Blog

  • Fazla çalışma ve ücretler

    Yazın bitip sonbaharın gelişiyle birlikte çalışma hayatı da tekrar eski yoğunluğuna döndü. Bu yoğunluk uzun süreli çalışmaları da beraberinde getiriyor. Çoğu zaman çalışma haftalık çalışma süresinin içine sığmıyor daha geç saatlere hatta hafta sonlarına yayılabiliyor. Kanunen bir işçinin haftalık çalışma süresi 45 saat, bunun aşılması halinde fazla çalışma başlıyor. Bunun anlamı ise yapılan bu fazla çalışmanın ayrıca ücretlendirilmesi gerektiği. Çalışan yaptığı her bir saatlik fazla çalışmaya karşılık bir buçuk saatlik ücrete hak kazanıyor.

    Günümüzde birçok işveren fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğuna ilişkin sözleşmeler imzalatıyor. Fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olması ancak iki durumda geçerli olarak kararlaştırılabilmektedir.

    Bunlardan ilki, çalışanın kendi çalışma süresini kendisi belirleyen işveren vekili konumunda olmasıdır. İşverenin o kişinin çalışma süresinin tespitinde etkisi olmamalı. Çalışanın kendi çalışma süresini belirlemesi herhangi bir çalışma düzenine veya işyerinin açılış ve kapanış saatlerine tabi olmadan istediği kadar çalışabilmesini ifade etmektedir.

    Yargıtay bir işçinin bu kapsama girebilmesi için işyerinde hiyerarşik olarak üstünde kimsenin olmamasını, işyerinin yönetiminin bu işçide olmasını arıyor.  Bu çalışanlar için fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğunu değil, fazla çalışma hesaplanmaması gerektiğini ifade ediyor.

    Yüksek ücret varsa…

    Fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olarak kararlaştırılabileceği ikinci durum ise çalışanın ücretinin aynı işi yapan emsal çalışanlara göre önemli ölçüde yüksek belirlenmiş olmasıdır.

    Çalışan o ay fazla çalışma yapsın veya yapmasın fazla çalışma ücretine hak kazanacaktır. Özellikle asgari ücret bağlamında, çalışanın aylık asgari ücret aldığı durumlarda fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil şekilde sözleşmede kararlaştırılamayacağını, bu şekilde kararlaştırılmış olsa bile sözleşme hükmünün geçersiz olduğunu vurguluyor. Çünkü asgari ücretin en az çalışma süresine karşılık belirlendiği, buna fazla çalışma ücretinin dahil olduğunun kabulünün asgari ücretin temeline aykırı olacağını ifade ediyor.

    Daha yüksek ücret alan çalışanlar açısından da emsal ücret kavramına atıfta bulunuyor. Emsal ücret aynı veya benzer sektörlerde aynı veya benzer işi yapan çalışanların aldığı genel ücret düzeyi. Emsal ücretin tespiti zor olduğundan çoğunlukla çalışanın ücretinin belirli bir seviyenin üstünde olması halinde, fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğu kabul ediliyor.

    Sadece 270 saate kadar

    Fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olması çalışan ne kadar süre çalışırsa çalışsın sürekli aynı ücreti alması gerektiği anlamına gelmemektedir. Yılda 270 saatten fazla süreyle çalışılması hukuka aykırı olmakla birlikte, birçok işyerinde bunun çok daha üzerinde fazla çalışma yapılıyor. 270 saatin aşılmasının çalışana kıdem tazminatını alarak iş sözleşmesini haklı nedenle derhal feshetme imkanı tanıdığını veya olası bir denetimde işverene yaptırım uygulanabileceğini ayrıca unutmamak gerekiyor. İşte böyle 270 saati aşarak yapılan fazla çalışmalar varsa, fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğu durumlarda dahi yıllık 270, aylık 22.5 saati aşan sürelerin ücretinin aylık ücrete dahil olmadığı kabul edilmektedir. Bu sürenin ücretinin ödenmesi gerekmektedir.

    Hafta tatili dahil mi?

    Hafta tatilinde yapılan çalışmalar, aylık ücrete dahil olan fazla çalışma kapsamında değerlendirilmemektedir. Çalışanların 7 günlük zaman diliminde kesintisiz 24 saat dinlendirilmesi ve en fazla 6 gün çalıştıktan sonra 1 gün izin kullanması gerekmektedir. Aynen 270 saatte olduğu gibi, hafta tatilinde yapılan çalışmanın aylık ücrete dahil olan fazla çalışma haricinde bir çalışma olduğunu kabul etmektedir. Hafta tatilindeki çalışmanın ücreti ayrıca ödenmelidir.

    Bu şartlar sağlanmadan fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil kabul edilmesi halinde, işveren yaptırımlarla karşılaşacaktır. Çalışan ücretinin eksik ödenmesi nedeniyle iş sözleşmesini haklı nedenle feshedebilecek, kıdem tazminatına hak kazanacaktır.

  • Kadroya geçen taşerona ikramiye

    Kamuda taşeron işçilerin sorunlarının çözülemez noktaya gelmesi, hatalı taşeron kullanımı nedenleriyle, bu yılın başında yapılan düzenlemeyle kamuda çalışan taşeron işçiler kadroya geçirilmişti.

    Kadroya geçirilen taşeron işçiler kamu işçisi haline gelince kamu işçilerine tanınan haklardan yararlanmaya başladılar. Bu haklardan belki de en önemlisi ilave tediye.

    Yıl içerisinde 52 günlük ilave tediye ödemeleri dört taksitte yapılıyor. Ocak-haziran-ağustos/eylül ve aralık aylarında kamu işçilerine 13’er günlük tediye ödemesi yapılıyor.

    Prim kesilir mi?

    Toplamda 52 günlük ilave tediyesi yıl içinde ödenmiş oluyor. Ocak-haziran ve ağustos tediye ödemeleri yapıldı. Şimdi sırada aralık ayında yapılacak ödeme var.

    Kamuda kadroya geçen taşeron işçileri 2018 yılında 39 günlük tediye alacaklar. Kadro geçişleri tamamlanmadığı için ocak ayında yapılan ödemeden kadroya geçen taşeron işçileri yararlanamadı.

    Haziran ve eylül aylarında ilave tediyelerini alan kamu işçilerine tediyelerin son taksiti 7 Aralık’ta ödenecek. Bu konudaki Cumhurbaşkanlığı kararı yayımlandı. Son taksitin 7 Aralık’ta yatırılacağı kesinleşti. Kamu işçilerine bu yılki ilave tediye ödemesinin son taksiti 7 Aralık’ta ödenecek.

    İlave tediye ödemeleri kural olarak SGK primine tabidir. Dolayısıyla, ilave tediyeden SGK primi kesilmesi gerekir. Bu çerçevede, ilave tediye ödemesinden yüzde 15 oranında sigorta primi ve yüzde 15 oranında gelir vergisi kesintisi yapılır. Ayrıca ilave tediye ödemesi damga vergisine de tabi olduğu için ilave tediyeden damga vergisi kesintisi de yapılır.

    Haciz konulamıyor

    İlave tediye ödemeleri hukuki olarak esas ücrete munzam ödemedir. Dolayısıyla, haczedilmesi de mümkün değildir. Konuyla ilgili Yargıtay kararlarında da ilave tediye ödemelerine haciz konulamayacağı hüküm altına alınmıştır. Bu nedenle, borcu olan işçiye yapılan ilave tediye ödemesine haciz konulamaz.

    Belediyelerde taşeron olarak çalışırken belediye şirketlerine geçirilen işçiler ise kanunen bu şirketlerin ilave tediye ödemesi zorunluluğu olmadığı için ilave tediye alamıyorlar. Dolayısıyla, yalnızca kamu kurumlarında işçi statüsüne geçirilen taşeron işçiler için ilave tediye ödeniyor. Belediye şirketlerinde çalışmaya başlayan taşeron işçi ilave tediye alamıyor.

    Ne kadar ödeme yapılacak?

    Kamuda kadroya geçen taşeron işçiler de dahil olmak üzere kamuda görev yapan işçilerin tamamına 7 Aralık’ta 13 günlük ücretleri üzerinden tediye ödemesi yapılacak.

    Bu kapsamda asgari ücretle çalışan bir işçiye yüzde 20’lik vergi dilimine girmiş olması nedeniyle 13 günlük ücreti karşılığı en az 591 TL ilave tediye ödenecek. Kamu işçisinin ücreti arttıkça eline geçen tediye miktarı da artacak. Örneğin, 2.500 TL brüt ücreti olan bir kamu işçisine 728 TL, 3.000 TL brüt ücreti olan kamu işçisine 874 TL, 3.500 TL brüt ücreti olan kamu işçisine 1.019 TL ilave tediye ödenecek.

    Ancak vergi dilimi nedeniyle ilave tediyeden daha yüksek oranda gelir vergisi kesilmesi de söz konusu olacak.

    Yani kamu işçisinin vergi dilimi yüzde 20’nin üzerine çıkmışsa ilave tediyeden daha yüksek oranda vergi kesilecek.

    İlave tediye ne demek?

    6772 sayılı kanun kapsamında, kamu işçilerine yılda 52 günlük ilave tediye ödeneceği hüküm altına alınmıştır. İlave tediye kanunla güvence altına alınmış bir haktır ve bütün kamu işçileri bu haktan yararlanmaktadır.

    Nasıl hesaplandı?

    İlave tediye ödemesinin miktarı günlük ücret üzerinden hesaplanıyor. 2018’in son taksiti olan aralık tediye miktarı, kamu işçisinin 13 günlük ücreti olarak ödenecek. Hesap işçinin esas ücretinin aylık toplamına göre yapılıyor.

  • Hak, hukuk, adalet ve Allah korkusu

    Bazen söz bitiyor. Bir olay olduğunda, bir haksızlığa şahit olduğumuzda ne yapacağımızı, ne söyleyeceğimizi bilmez hale geliyoruz.

    Medeni ülkelerde böyle durumlarda konu yargıya havale edilir.

    Yargı hem suç işleyenin cezasını verir hem de mağduriyeti ortadan kaldırır.

    Eğer bir adalet mekanizması yoksa, hukuk güçlüye söz geçiremiyorsa, mağduriyeti gideremiyorsa bütün çaresizliğimizle ve son bir umutla “Sen Allah’tan korkmuyor musun?” diyerek son ve yüce makam gördüğümüz Allah’a havale eder o insanın vicdanını harekete geçirmeye çalışırız.

    İktidarın yaptığı yanlışların hesabını soracak, mağduriyetleri giderecek bir yargı olmadığı için Allah korkusunu hatırlatan, yaptıklarının sadece adalete değil İslam’a, Müslümanlığa, insanlığa, vicdana da sığmadığına vurgu yapan bir yazı yazmayı düşündüm.

    Mesela şöyle demeyi düşünüyordum: Hz Ömer’in devlet işini yaparken devletin mumunu, özel işini yaparken kendi mumunu kullandığını vaaz edip durdunuz.

    Fakat şimdi devlet kasası ile sizin kasanız birleşti.

    Mitingler, seçim kampanyaları, iktidarınızı korumak için yaptığınız tüm faaliyetler…

    Hepsi devletin parası ile yapılıyor. Hani nerede Müslümanlık? Hani nerede o Allah korkusu?

    Fakat diyemedim.

    Veyahut Başbakan Binali Yıldırım geçtiğimiz ay bir askerî birliği ziyaret etmiş. Yemek yerken yanına aldığı iki askerle fotoğrafları var.

    Üstelik yemekteyken o askerlerin ailelerini arayıp “Evlatlarınız bize emanet müsterih olun” demiş.

    Fakat geçtiğimiz günlerde o iki asker Suriye’de şehit oldu.

    Ama başbakan her ortamda fıkra anlatmaktan, espri yapmaktan geri durmuyor.

    Şöyle demeyi düşündüm: Emanete ihanet etmek, o çocuklara sahip çıkmamak üstelik bu durumdayken gülmek, fıkra anlatmak en küçük bir mahcubiyet belirtisi göstermemek Müslümanlığa, İslam’a, insanlığa, vicdana sığar mı?

    Allah’tan korkmuyor musunuz da kendi çocuklarınız lüks, şatafat içinde yüzerken fakir fukaranın, kimsesizlerin çocuklarını birer birer ölüme gönderiyorsunuz?

    Ama söyleyemedim.

    Ya da KHK ile yüz binlerce insan işinden oldu.

    Öyle acı hikayeler var ki okudukça insanlığımızdan utanıyoruz. İnsanlar aç, işsiz, perişan. Anneleri, babaları tutuklandığı için 3-5 aylık çocuklar ortalıkta kalmış.

    On binlerce mağdur var ve kimseye sesini duyuramıyor.

    Bunu hatırlatıp iktidar mensuplarına şöyle demeyi düşünüyordum:

    “Dicle kenarında Kurt kapsa koyunu / İlahi adalet sorar Ömer’den onu” yaklaşımını benimsediğinizi söyleyerek insanlardan oy aldınız.

    Şimdi sırf iktidarınızı korumak için yüzbinlerce insanın hayatını cehenneme çevirdiniz.

    Hani ne oldu o ilahi adalete? Hani ne oldu sizin o ilahi adalet korkunuza?

    Fakat soramadım.

    Mesela üniversitelerden binlerce akademisyen ihraç ediliyor.

    Aralarında iktidar mensuplarının tanıdığı kimi hocalar da var.

    Bundan dolayı kimi iktidar mensupları son ihraçlara şüpheyle yaklaşıyorlar.

    Kendi tanıdıkları isimler olmasa bu kıyıma, bir ülkeyi cehalete sürükleyen bu akıl almaz işlere ses çıkarmayacaklar.

    Bunu hatırlatıp şöyle diyecektim: Bu suskunluğunuz, bu teslimiyetiniz bu ‘bizden değilse canı cehenneme’yaklaşımınızın neresi İslam’a, Müslümanlığa sığıyor?

    Allah’tan hiç mi korkmuyorsunuz da bu ülkeye bu kadar kötülük yapıyorsunuz?

    Ama soramadım.

    En önemlisi de, iktidar kamuya personel alırken mülakat sistemi getirdi.

    Üniversiteyi birincilikle bitirmiş, KPSS’de yüksek puan almış fakat kendinden görmediği bu ülke evlatlarını mülakatlarda eliyorlar.

    Kendinden olmayana hayat hakkı tanımıyorlar.

    Eğer kul hakkı denen bir şey varsa, tam da bu.

    Bunu hatırlatıp “Siz Allah’tan korkmuyor musunuz? Siz kul hakkı yemekten, bu yükle ölmekten hiç mi korkmuyorsunuz?” diye soracaktım.

    Bunu da soramadım.

    Bütün bunları soramadım çünkü bir şey fark ettim: İktidar mensuplarına Allah korkusunu hatırlatmanın bile artık bir işe yaramayacağı duygusu hakim bende.

    En zalime bile son bir umutla hatırlattığımız Allah korkusunun da artık işe yaramayacağını düşünür duruma gelmek…

    Hakikaten asıl vahim olan bu.

    Bunun iki yönü var. Birincisi iktidar mensuplarına Allah korkusunu hatırlatmanın, kul hakkı, inanç terbiyesi, Müslümanlık gibi değerlerin bile etki etmeyeceğini düşünmek onlar açısından korkunç bir durum.

    Çünkü insanlığından, vicdanında, inancından bütünüyle umudumuzu kestiğimiz insanlara karşı böyle bir hisse kapılırız.

    İkinci yönü de şu: Dini, dindarlığı siyasetin malzemesi yapan İslamcılar, kendilerini dindar olarak tanımlayanlar inancımızın içini boşalttılar.

    Temiz bir duyguyla sığındığımız en kıymetli değerlerimizi kirlettiler, işe yaramaz hale getirdiler.

    O inancın verdiği terbiyeye olan güvenimize ağır bir darbe vurdular.

    Esasında bu durum bize bir şey daha gösterdi: İnsan olmadan Müslüman olunmuyor. İnsan olmadan bir dine, bir inanca sahip olunduğunda tam tersine daha büyük sorunlara kapı aralıyor.

    Yani vicdanı olmayan, hak, hukuk, adalet duygusu gelişmemiş insanların inancı da sahicilikten uzak oluyor. İnanç o kimseye bir değer katmıyor.

    Diyeceğim o ki “Sen Allah’tan korkuyor musun, bunca haksızlığı yapıyorsun, kul hakkı alıyorsun?” demenin bile işe yaramadığını düşündüğümüz, hatta gördüğümüz insanlara referandumla bütün yetkiyi vermek…

    Bir ülke için, o ülkede yaşayan insanlar için bundan daha büyük bir felaket ne olabilir ki?

  • Kilo kontrolü için 5 mühim tavsiye

    Kilo vermek bir hayli güç ve zahmetli bir iş. Verilen kiloları geri almak ise çok kolay. Bu bilgiyi istatistiksel veriler de doğruluyor, kilo verenlerin yüzde 70’inden fazlası 1 yıl geçmeden yüzde 90’ı da en çok 5 yıl içinde eski kilolarına geri dönüyor. Peki bu işin kalıcı olması gayretlerin başa çıkmaması için ne yapmalı? İlk tavsiyem şunlar: Kilo verdikten sonra da doğru beslenme alışkanlıklarınızı ısrarla sürdürün ve her gün bıkıp usanmadan egzersiz yapın. Beslenmenizi ciddiye alın ve her gün en az 5000, mümkünse 7500 adım atma görevinizi yerine getirin. Peki ya diğerleri? Hazırsanız, buyurun…

    Protein tüketiminizi artırın

    Eğer kilo probleminiz varsa, hele hele insülin fazlalığı ya da insülin direnci gibi bir sorun da söz konusuysa proteinden zengin, karbonhidratı sınırlı bir beslenme planını ısrarla uygulamak akılcı bir yaklaşım gibi görünüyor. 
    Burada dikkat edilmesi gereken ayrıntılar ise şunlar: Sadece hayvansal proteinler değil, bitkisel proteinleri de sürece dâhil etmek lazım. Daha hızlı kilo kaybı yapar düşüncesiyle proteinlere aşırı yüklenmemek de önemli bir nokta. Protein seçimlerini yaparken biyolojik değeri yüksek proteinleri seçmekse son derece akılcı bir yaklaşım.

    Probiyotik gücünüzü çoğaltın

    Kilo dengesini korumada ve besinleri sağlıklı, doğru ve hakkıyla hazmetmede bağırsaklardaki probiyotik güç son derce etkili.
    Probiyotik bakterilerin yalnızca hazmı kolaylaştırmadıkları, aynı zamanda gıdalardan kazanılan enerji/kalori değerini de belirledikleri anlaşılıyor ki bu son derece mühim bir gelişme. Yakın zamanda yapılan pek çok araştırma aynı miktar ve yapıda besin alınmasına rağmen farklı probiyotik güce sahip bağırsaklar o besinlerden farklı miktarlarda enerji kazanımına yol açabiliyor. 
    Bu bilginin anlamı şu: Diyelim ki bir tabak pirinç pilavı tükettiniz. Eğer bağırsağınızdaki bakteri yükü problemli ve yetersiz ise bir başka deyişle biyolojik denge bozulmuşsa o pilavdan ürettiğiniz yani kazandığınız kalori miktarı daha fazla olabiliyor. 
    İşte bu nedenle kilo sorunu olanların probiyotik sorunlarının olup olmadığını da öğrenmeleri, en azından probiyotik desteklerinden faydalanmanın bir yolunu bulmaları gerekiyor. 
    Küçük bir ayrıntı daha: Kilo kazanımını önleyen probiyotikler de araştırılıyor ve yakında hizmetinize sunulacak gibi görünüyor.

    Glisemik yükü düşürün

    Besinlerinizdeki glisemik yük çoğaldıkça, yani glisemik indeksi yüksek besinlerin miktarı arttıkça kan şekerinizin yükselme hızı da, seviyesi de fazlalaşacaktır. 
    Bunun diğer anlamı ise insülin patlamaları, hiperinsülinemi gelişimi, neticede de insülin direncine bağlı kilo kazanımıdır. 
    Hangi besini seçerseniz seçin içinde karbonhidrat varsa o besinin glisemik yükünü sorgulamadan ağzınıza bile sürmeyin. Meyve mi yiyeceksiniz, inciri değil elmayı tercih edin. 
    Çünkü glisemik yükü daha azdır. Elma mı yiyeceksiniz, suyunu, püresini değil, kabuğuyla birlikte kendisini yiyin, çünkü glisemik indeksi daha düşüktür.
    Canınız pilav mı çekti? Pirinç değil kepekli bulgur pilavını tercih edin, glisemik yükü daha azdır. 
    Özeti şu: Kilo sorunu olan herkesin ama herkesin özellikle de insülin direnci olanların glisemik yük konusunu öğrenmeleri şart!

    Posaya ağırlık verin

    Daha çok posa, daha az şeker kazanımı, dolayısıyla daha az insülin patlaması ve daha az yağ üretimi anlamına gelebilir. İşte bu nedenle kilo sorununu çözmek isteyenlerin de, kolesterol, damar sertliği problemine çare arayanların da, tansiyon derdine yardımcı olmak isteyenlerin de posa tüketimlerini artırmaları lazım. 
    Bu da daha bol ve sık sebze tüketmek ve bakliyatları ihmal etmemek anlamına geliyor.

    Gluteni sınırlayın

    Gluten tahıllarda bulunan bir protein. Bazı kişilerde intoleransa, bazılarında da alerjiye yol açıyor. Gluten intoleransı ile kilo sorunu arasında da bir bağlantı olabileceğini gösteren bulgular var. 
    Yani bazıları için gluten obezitesi gibi bir durum söz konusu olabilir. İşte bu nedenle beslenme modelinizdeki gluten oranını minimize etmeye çalışın. 
    Gluten miktarı yüksek besinlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşın. Bu da basitçe un ve nişasta içeren gıdalardan, yani ekmekten, makarnadan ve tahıl ürünlerinden uzak durmak anlamına geliyor.

  • On maddede Cemal Kaşıkçı hadisesi

    Suudi Gazeteci Washington Post yazarı, Muhammed Bin Selman muhalifi ve Türkiye dostu Cemal Kaşıkçı’nın ölümü ile ilgili iddialar akıllara durgunluk verecek türden vahşi detaylar içeriyor. Kaşıkçı’ya işkence edildiği ve parçalara ayrıldığı da iddialar arasında. Kayboluşundan öldürülme biçimine, kimlerin öldürmüş olabileceğine, Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu kaybolma-cinayet vakasındaki rolüne ilişkin onlarca iddia var.

    Şimdiye kadar kabul gören ve yetkililerin araştırmalarına referans teşkil eden kısımlar şöyle:

    1) Kaşıkçı, Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’na giriş yaptı ve ondan sonra kendisinden bir daha haber alınamadı. Kaşıkçı’nın binaya girdiği ispat edilebiliyor. Ancak aynı kameralar Kaşıkçı’nın çıktığını tespit etmemiş.

    2) Evlilik ile ilgili işlemler nedeniyle konsolosluğa giden Kaşıkçı, içeri girmeden önce nişanlısına AK Parti Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay ve Türk Arap Medya Derneği Başkanı Turan Kışlakçı’nın irtibat numaralarını veriyor. Demek ki bu kadarını beklemese bile, az da olsa başına bir şeyler gelmesi ihtimalinden endişe ediyor. Çünkü ABD ve İngiltere’nin reformlarını öve öve bitiremediği Muhammed bin Selman saray darbesiyle iktidara gelmiş bir isim ve tepeden tabana doğru inen katı yaptırımlarla reformların gerçekleşebileceğini savunuyor. Kaşıkçı ise, gerçek reformun ve gerçek modernleşmenin topluma demokratikleşme fırsatı vermekle mümkün olduğunu savunuyor.

    3) İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Soruşturma kapsamında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile MİT geniş çaplı bir inceleme yürütüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Pazartesi günü yaptığı açıklamada Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı’nın konsolosluktan çıktığını ispat etmesi gerektiğini söyledi.

    4) Turan Kışlakçı, Cemal Kaşıkçı’nın kaybolduğu gün olan 2 Ekim günü Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye iki ayrı uçakla gelen 15 kişilik bir ekip olduğunu iddia etmişti. Yapılan araştırmalarda Arabistan’dan H2-SK1 ve H2-SK2 kuyruk tescilli iki uçağın birer saat aralıklarla Atatürk Havalimanı Genel Havacılık Terminali’ne iniş yaptığı ve uçaklarda 13 kişi olduğu öğrenildi.

    5) Acı gerçek şu ki, konsolosluk ve elçilik binaları ilintili oldukları ülkenin toprağı sayılır ve ev sahibi ülke, yabancı ülkenin toprağı sayılan bu binalara dilediği zaman dilediği şekilde girip arama, inceleme yapamaz. 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi nedeniyle, Türk emniyet unsurlarının Başkonsolosluk binasını “suç mahali” olarak tanımlayarak inceleme yapması ancak Suudi Arabistan hükümetinin izin vermesiyle, yani Türkiye ile işbirliği yapmasıyla mümkün. Ancak Kaşıkçı’nın ziyareti esnasında -her nedense- kameralar çalışmıyordu ve bunu ifade eden de bizzat Başkonsolosluk idi. Sadece bu gösterge bile Suudi Arabistan’ın çözüm üreten bir işbirliği içinde olmayacağını anlatmaya yeterli.

    6) Suudi Veliaht Prensi, bir yandan Kaşıkçı’nın kaybolmasıyla ilgili iddiaları yalanladı, diğer yandan, Türk hükümetinin istemesi durumunda başkonsolosluk kapılarının açılabileceğini söyledi. Prens bu açıklamayı yaparken Türkiye, Suudi Arabistan Büyükelçisi’ni ikinci kez Dışişleri Bakanlığı’na çağırmış ve ikinci kez arama izni talep etmişti.

    7) Dün, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın durumuyla ilgili, “Soruşturma çerçevesinde konsolosluk binasında inceleme yapılacaktır” dedi. Çünkü, Viyana sözleşmesi, konsolosluk binalarına dokunulmazlık tanımakla beraber ‘diplomatik misyon şefinin muvafakati’ ev sahibi ülke makamlarının konsolosluk binasında inceleme yapabilmesini mümkün kılabiliyor. Ne çare ki, Kaşıkçı’nın son görüldüğünden bu yana izleri kapatmaya yetecek zamanları vardı.

    8) Ankara, Cemal Kaşıkçı’nın kaybolmadığını, öldürüldüğünü ve bu cinayetin konsoloslukla ilgili olduğunu düşünüyor. Ancak sorun şu: Ortada bir ceset yok. Ceset olmadığı için, kimi ne ile itham edeceğiniz sorunu baş gösteriyor, hele hele Suudi hükümetini suçlamanız daha da zor hale geliyor. Çok güç de olsa, günler sonra gerçekleşecek konsolosluk aramasında önemli bir bulgu elde edilirse, o başka.

    9) Suudi gazetecinin İstanbul Başkonsolosluğunda öldürüldüğü kesinleşse ve diplomatların cinayetteki rollerine dair saptamalar yapılabilse dahi, Türkiye’nin diplomatik dokunulmazlığı bulunan kişilere uygulayabileceği tek yaptırım var, onları persona non grata ilan etmek ve Türkiye’den ayrılmalarını sağlamak.

    10) Ancak cinayetin iddia edildiği mahalde gerçekleştiği kesinleşirse, o zaman bu eylem uluslararası sözleşmelerin ihlalinin dışında Suudi Arabistan devletinin İstanbul’daki Başkonsolosluğunu kullanarak Türkiye’deki hukuk ve kamu düzenini hiçe saymış olduğunu belgeleyecek. Ankara Riyad’a tepki olarak kendi büyükelçisini çekebilir ve Türkiye’deki Suud büyükelçisinin ayrılmasını da isteyebilir.

    Sonuç: Her hâlükârda Türkiye-Suudi Arabistan ilişkisi kötü etkilenecek. Ancak gidişat biraz da, ABD’nin, Washington Post’ta yazan Cemal Kaşıkçı’ya ne kadar sahip çıkacağına, Suudi Arabistan’a hak ettiği cevabı verip veremeyeceğine bağlı. ABD, eğer hem gazetecisine hem Türkiye’ye yapılan saygısızlığa karşı ciddi bir tutum takınırsa Suudi Arabistan yönetimi cinayeti aydınlatmak zorunda kalır ve bedel öder. Aksi bir tutum ve davranış ise, Türkiye’yi Rusya ve İran’a iten olaylar zincirine bir halka daha ekler.

  • Boğaziçi Üniversitesi’nde verimlilik kongresi

    TÜRKİYE Verimlilik Vakfı ile Boğaziçi Üniversitesi’nin işbirliği ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle 13-14 Ekim tarihlerinde (yarın ve pazar günü) Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampusu’nda, ‘Kreatif Endüstrilerde Verimlilik Kongresi’ gerçekleştiriliyor.

    Türkiye’deki kreatif endüstrileri altı farklı komisyonda (Müzik ve Gösteri Sanatları Komisyonu, Sinema, Radyo ve Televizyon Komisyonu, Edebiyat ve Yayıncılık Komisyonu, Görsel Sanatlar, Medya ve Reklamcılık Komisyonu, Dijital Kültür ve Yeni İş Modelleri Komisyonu, Kültürel Miras ve Kültürel İfadelerin Çeşitliliği Komisyonu) ekonomik verimlilik açısından değerlendirilecek, katılımcılarla fikir alışverişi yapılacak ve kongre bildiri metni yayımlanacak.

    Amaç: Türkiye ve dünyadaki değişme ve gelişmeleri izleyerek, verimlilik alanında sürdürülebilir kalkınma ve rekabet odaklı ekonomik hedeflere uygun olarak çevre dostu verimlilik politika ve stratejileri hazırlamak, ekonominin tüm kesimlerine, sektörlerine ve işletmelerine yönelik araştırma, eğitim, danışmanlık, yayın, tanıtım ve rehberlik, ölçme, izleme ve değerlendirme çalışmaları yapmak, enstitü, araştırma ve eğitim merkezleri, orta ve yükseköğretim eğitim kurumları kurmak ve işletmek, toplumda verimlilik kültürünün geliştirilmesi ve verimlilik bilincinin oluşturulmasına, verimliliği arttırma program ve projelerinin özendirilmesine ve teşvik edilmesine yönelik çalışmalar ve belgelendirme yapmak ve bu konularda kamuoyuna ve ilgili kurum ve kuruluşlara çözüm seçeneklerinin oluşmasında katkıda bulunmak.

     

  • Hem et yemek hem de şarbona yakalanmamak mı istiyorsunuz?

    Dün, şarbonla ilgili endişemi dile getirince ve hastalıktan korunmak için et yemeyi tamamen hayatımdan çıkardığımı yazınca sabahın köründe etin babası olarak bilinen Cüneyt Asan tarafından arandım.

    Bilen bilir ama bilmeyenler için hakkında küçük bir bilgi vereyim.

    Cüneyt Asan’ın lakabı kamuoyunda, “Et Profesörü”dür.

    9 yaşındayken ekonomik olumsuzluklar nedeniyle çırak olarak çalışmaya başladığı kasaplıkta hala bir numara olarak gösterilir.
    Ve adı Türkiye’yi aşan ve gerek tarzıyla, gerekse yaptığı şovlarla dünyada bir marka haline dönüşen Nusret dahil, İstanbul’da, “Steak House” olarak bilinen ünlü tüm restoranların işletmecilerinin de hocasıdır, ustasıdır Asan.

    Uzatmayayım çok üzülmüş benim, “Eti dünyamdan çıkardım” ifadelerime.

    Anne tarafından uzak akrabalığımız da olan Cüneyt Ağabey piyasaları son derece olumsuz etkileyecek endişemin arkasını önünü düşünmeden dile getirdiğim için önce bir güzel fırçaladı bendenizi.

    Sonra da 9 yaşında kasap çırağı olarak başladığı hayatının neredeyse tamamını et dünyasının içerisinde geçirmiş bir duayen olarak, “Kaç türlü şarbon var ve nasıl bulaşır?” sorularının yanıtlarının da olduğu bir metni tarafıma iletti sağ olsun.

    Ancak bunların tamamını yazmama gerek yok zira günlerdir zaten yazılıp çiziliyorlar.

    Benim Asan’dan öğrendiğim çok daha önemli bir kritik bilgi var onu paylaşmak istiyorum sizlerle.

    Diyor ki; “Şarbon riski tüm dünyada, her zaman var. Olmaya da devam edecek. Mühim olan bu riski ortadan kaldıracak tedbirleri almak”

    Kesinlikle katılıyorum bu söylediğine ancak bu üreticinin, satıcının, aracının alacağı, alması gereken önlemler.

    Bir tüketici olarak ben nasıl korurum kendimi şarbondan?

    Esas mesele bu!

    İki yolu varmış bunun…

    Biri, tıpkı dün benim yazdığım gibi et ve et ürünlerini tamamen hayatından çıkarmakmış…

    “Seninki kesinlikle şarbondan kendini korumak için bir yöntem ama eğer et seviyorsan, geri kalan yaşamına et yiyerek devam etmek istiyorsan, o zaman bu yöntem geçici bir yöntem olur. Çünkü et hayatında oldukça şarbon tehlikesi de hep olacaktır hayatında!” diyor Cüneyt Asan.

    Ve sadece şu an değil, bir insanın ömrünün sonuna kadar şarbondan kendini korumak için mutlaka ama mutlaka dikkat etmesi gereken şeyin denetimli et tüketmesi gerektiğine vurgu yapıyor.

    “İster büyük market olsun, ister küçük kasap ya da restoran…

    Tüketeceğiniz etin günlük denetim raporunu isteyin yeter!

    O rapor yoksa, o et ile ilgili mutlaka bir sorun vardır. Şarbon değilse de başka bir şey vardır. O nedenle alınmaz da, yenilmez de!“ diyerek çok net bir biçimde noktayı koyuyor.

    Veganlar belki kızacak bana ama ben eti seviyorum. Gerçekten de şu anda ara vermeye karar vermiş olmam sadece palyatif bir tedbir.

    Hayatımdan tamamen çıkarmak mümkün değil.

    O yüzden bundan sonra nerede olursa olsun et yemek istediğimde denetim raporunu isteyeceğim.

    Eğer aranızda benim gibi etten vazgeçmesi mümkün olmayanlar var ise bence onlar da aynını yapmalı…

    “Bu etin sertifikası nerede?“ diye sormalı…

  • Duygusallıktan hata yaptı, artık duygusallık yapmamalı

    10 Ekim Çarşamba günü Ali Koç’un açıklamaları gündem oldu. Başkan, yaklaşık 5 gün önce alınan “kadro dışı” ve “göreve son” kararlarının gerekçelerini açıkladı. Karşı taraftan bir açıklama gelebilir diye 2 gün bekledim. Volkan dışında açıklama yapan olmadı. Konuyla ilgili madde madde gideceğim sonunda da naçizane analizimi yapacağım.

    ● 3 Hocanın görevine son verilmesi: Aslında analiz edilecek pek birşey yok. Kabul edilebilir bir durum yok. Hocalar bilgi sızdırma ve dahi sabotaj (yanlış idman) yapmışlar. Karnımızdan konuşmaya gerek yok, açıkça Aykut Hoca’ları geri gelsin diye çalışmışlar. Kocaman defteri zaten hiç açılmamış, Aykutperest medyanın iddia ettiği gibi başkan Kocaman konusunda bir gün dahi pişman olmamıştı. Buna karşın bilhassa sabotajın artırıldığı dönemde yandaş medyasının “Taraftar Aykut’u istiyor” yalanını ortaya atması tesadüf olsa gerek!! Kocaman defteri bana göre F.Bahçe açısından uzun süreliğine kapanmıştır. 3 hoca meselesi belli ki biraz daha su kaldıracak.

    ● Aatıf ve Dirar: Bir kere Aatıf’a helal olsun. 2 kez. Birincisi “Bu takım geçen sene de kalitesizdi, bu sene daha kalitesiz” demiş. Tamamen aynı fikirdeyim. Bu anlamda helal olsun. 2. helal olsun’um ise bizzat bu kalitesiz isimlerden birisinin kendisi olduğu halde bu tespiti yapabilmiş olması. Dirar konusunda moral bozup kulis yapması da kadro dışı kararının sebebi. Tartışacak bir şey yok.

    ● Volkan: Volkan’ın durumu farklı. TV ekranlarında da söylediğimiz gibi Volkan aslen usül hatası yapmış. Bu konuda başkanın hiyerarşik düzen gereği kendi yanında Semih Özsoy’a bağrılmasına karşı bir tepki vermesi doğaldır. Ancak başkan Volkan’ın esas hatası da yaptığını söyledi. “Takımı toplama” işini; makarna partilerini yapmadığını söyledi. Bu konuda başkana katılmıyorum. “Takımı topla Volkan” zihniyeti son 4 yıl Aziz Bey mentalitesiydi. Ali Bey’in de bu fikirde olması kabul edilemez. Usül hatası konusunda ise başkan haklı. Volkan da özür dilerse konunun tatlıya bağlanabileceğini başkan da söyledi.

     Ersun Yanal: Açıkça ben varken olmayacak dedi. Bu konuda bir yorum yapamam. Demek ki düşünmüyor.

     Cocu: Samandıra bu haldeyken hocanın performansının da tam olarak yansımasını görememiz doğal. Devre arasına kadar teknik adamlığı konusunda daha rahat fikrimiz olur. Bu karar da benim beklediğim ve mantıklı bulduğum bir karar.

    ● Comolli ve Onur Başar: Başkan, “Şimdi Onur’a da başladılar” diye aslında doğrudan bana seslendi. 
    Onur Başar’ı tanımam. Başka bir idari direktörle de ilişkim yoktur. Ama Samandıra’nın çivisi çıkmışsa bunda hem Sportif Direktörün hem de İdari Direktör’ün kusuru olmaması düşünülebilir mi?

    Her olan biteni başkana anında ileteceklerine (Mesela Koeman-Volkan olayı) orada çözmeye çalışsalar, her takım soyunma odasında olabilecek küfürlü konuşmaları yemeyip içmeyip başkana yetiştirmeseler, yani işlerini layıkıyla yapsalar daha az sorun olmaz mı? (Başkan All Or Nothing Manchester City belgeselini izlesin.. 20 yaşındaki çocukların Pep’e nasıl trip yaptıklarını, soyunma odasına girildiğinde küfür edilip edilmediğini görecektir)

    Samandıra neredeyse Dallas’a dönmüşse başkan kusura bakmasın Sportif Direktörünün de idari direktörünün de hatası vardır. İdari direktörün (Onur Başar) bu göreve liyakati yoktur. Başka görevler alabilir ya da yardımcı hocalardan biri olur. (Kendisinin A ve B lisansı var) Ancak liyakat döneminde mevcut görevini yerine getirebilecek donanım kendisinde yoktur. Üstelik Volkan ve Topal’ı Rize’de tribüne gönderirken “Başkan öyle istiyor” diye yalan söylemesi neyle açıklanabilir?

    Comolli’yi ise herkes eleştiriyor. Kendisi hakkında başkanın da şikayetçi olduğu konular olmuş. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Takım ortada. Transferler ortada. Fabian transferi skandalı ortada. “Wilshere’i buraya, İstanbul’a getirmek bile büyük başarıdır” demeci ortada. “Alper belki forvete evrilecek. Benfica maçına forvetsiz çıkmadık” demeci ortada. Frey ortada, Reyes ortada.. Her şeyden vahimi 3 Aykutçu Hoca’nın 4-5 hafta yanlış idman yaptırdığı, yanlış veri verdiği ortada. Sportif direktör bir kez bile “yahu burada bir yanlışlık var” diyememiş. Görememiş. Futbolcular kendisini bulup konuşmaya çekinmiş. Samandıra Dallas olmuş bizim arogan Fransız’ın ruhu duymamış. “Beyler her sıkıntıda başkanı aramayın. Doğrudan bana gelin” diyememiş. Demişse de o güveni verememiş.

    ##

    Ali Bey, Volkan’ın kontratının uzatılması konusunda da Aykutçu 3 hocanın devam etmesi konusunda da kararlarını biraz duygusal olarak aldığını ifade etti. Hatırlarsa bu satırların yazarı “Aklıyla yönetirse efsane olur, kalbiyle yönetiyor” diye defalarca söylemişti. Aynı şeyi Comolli ve Onur için de yapıyor. “Aslında bana saldırıyorlar” diyor. Yine “Kara Murat benim”e getiriyor. Gerek yok, duygusallık yapmasın. Başkasını bilmem ama ben başkana saldırmıyorum, Sportif Direktörlük – İdari Direktörlük – Teknik Direktörlük’ten oluşan kurumsal yapılanma projesini de doğru buluyorum. Kişilere-kahramanlara-imparatorlara değil; sistemlere inancını anlıyor ve makul buluyorum. Ama mevcutların görev tanımına uygun isimler olmadığını düşünüyorum. Birinin işi o değil; diğeri de bariz başarısız ve 6 yıldır piyasa dışında. Teknik adamı ise 3-4 hafta sonra daha rahat analiz edebileceğiz.

    Hülasa duygusallık yaptınız yaralandınız. Yine yapmayın. Saldırı değil, dışarıdan bakış. Elbette siz bildiğinizi yapmaya devam edeceksiniz. Biz de gördüklerimizi yazmaya..

  • Gol atmayı bilmiyoruz!

    “Gençlerle yeni bir oyun felsefesi kuracağım” diyor Mircea Lucescu…

    Bosna Hersek karşısında oyunu gördük, ancak felsefeyi pek çözemedik. Genç dediğimiz oyuncuların tamamı takımlarında ilk 11’de oynuyor. Üstelik sahaya çıkan takımın 7’si Avrupa’nın çeşitli kulüplerinden çağrılmış…

    Artık, günümüz futbolunda gençleşme modeli yerine performansı iyi olan her futbolcu “genç” sayılıyor. Üstelik Milli Takım düzeyinde olunca, oyuncu seçimi de bu yönde ağırlık kazanıyor…

    İşin bu yönü tartışılır…

    Romen teknik adamla bugüne kadar 14 maça çıktık. İnişli çıkışlı bir grafik ortada… Çokta başarılı olduğu söylenemez.

    Pazar günü Rusya ile oynayacağımız UEFA Uluslar Ligi öncesi yapılan hazırlık maçı önemliydi. Elde ki oyuncuların durumunu görmek ve uygulanacak taktiği prova etmek için iyi bir fırsattı…

    Lucescu, Rusya karşılaşmasının kadrosunu sahaya sürmek yerine, “gençleri görmek” istedi anlaşılan. Elbet bir bildiği vardır…

    Bosna Hersek, fizik gücüyle oynayan yüksek toplarda etkili bir takım. Bize göre zayıf bir takım. Teknik becerisi üst düzey oyuncu sayımızı daha fazla. Tecrübe anlamında yine öndeyiz…

    Üstelik kendi seyircimiz önünde oynuyoruz. Neresinden bakarsanız bakın avantajlıyız anlayacağınız…

    Karşılaşmaya bakıldığın da oyun kontrolü Türkiye’nin elinde. İyi paslar yapıyoruz. Orta alanda bir tepkiyle karşılaşmayınca rahat oynuyoruz açıkçası…

    Fakat, bir eksiklik söz konusu. Atakları bir türlü sonuçlandıramama gibi… İlk yarı rakip takım iki kez kalemize gelirken, çok sayıda atağımızın olduğu ortada. Atılan şutlar, karşı karşıya kaçırılan fırsatlar…

    Karşılaşmanın tamamında senaryo değişmiyor. Bosna Hersek takım olarak sahasına kapanınca topla oynayan, atak yapan, fırsat bulan Milli oyuncularımız son vuruş bir türlü yapamadılar…

    Zayıf bir takım karşısında sonuçlandırılamayan atakların nedeni, organizasyon eksikliğiydi. Dün oynanan maçın tek eksiği “felsefeydi” bizce. Romen teknik adam bu eksikliği yani felsefeyi nasıl oturtur bilemeyiz…

    Ancak, telaşlı ve bir planı olmayan oyun çok amatörceydi. Belki “bu kadar üstün oynadık” daha ne yapsın diyenler olabilir…

    Ancak, amaçsız takımların mücadelesi gibi bir maç izlediğimizi söylemeliyiz. Böylesine üst düzey takımların bir planı, taktiği, oyun anlayışı olmalı. “Haydi aslanlar bildiğiniz gibi oynayın” mantığı ile ancak bu kadar oynayabilirsiniz.

    Beklerin ileri kaç kez çıktığı, kaç orta yaptığı istatistiklerle ortada. Savunma arkasına atılan top sayısı, savunma boşluklarına kaçışlar, şut kalitesi, bireysel becerisi yüksek oyuncuların performansı sorgulanmalı…

    Çok zayıf bir takıma karşı gol atamadıysak, bunu tek başına beceriksizlik ve şansla açıklamak herhalde hayal satmak olur…

    Dileriz, Rusya karşısında daha ciddi ve disiplinli bir taktiği olan oyun anlayışı ile mücadele ederiz. Elbette, Türkiye hak ettiği başarıyı yakalamak zorunda. Futbolcuları motive edecek ve onları bir taktiğin uygulayıcıları olarak hazırlamak şüphesiz teknik direktörün işi…

    Bosna Hersek maçının son bölümünde ki istekli oyun, daha koordineli olabilirse gelecek adına umutlanmak mümkün…

  • Mobilya sektöründen bildiriyorum

    Döviz kurlarındaki dalgalanma stabilize olmuş görünüyor. Trump ve Mike Pence’in Brunson krizi üzerinden Türkiye’yi hedef gösterdikleri ve literatüre Türkiye’nin ‘Kara Cuma’ sı diye giren; 1 doların 7 TL’yi aştığını gördüğümüz o günkü hava yok. Sözkonusu dalgalanmanın ve ortaya çıkan avantajsız durumun ‘ekonomik kriz geliyor’ feveranını haklı çıkarmayacağını düşünenler Bodrum’un 9 gün süren bayram tatili süresince nüfusunun nasıl da kalabalıklaştığını örnek gösteriyor.

    Kriz beklentisi içinde olmak ve sürekli panik halinde olmak durağan bir ekonomiyi bile zora sokar, doğru. Soğukkanlılıkta fayda var. Ancak herhalde kimse doların 6 TL üzerinde stabilize olmuş olmasından sorunların tamamen geride bırakıldığını düşünmüyor. Düşünmeyi bırakın, küçük ve orta ölçekli işletmeler, üreticiler şimdiden fazlasıyla etkilenmiş durumda. Çünkü üretim kelimesinin ilk harifini söylediği anda ithalatın, dövizle alışverişin sularına girmiş oluyorlar.

    2017 yılı verileri ithalattaki artışın, ihracattaki artıştan daha fazla gerçekleşmiş olduğunu ortaya koymuştu. İşin ilginci bu durum, son yılarda ithalata getirilen tarife ve tarife dışı engellere rağmen gerçekleşti.

    Nedeni üretim kalemlerimizin pek çoğunun ithal malzemeye dayanması.

    Nedeni, iyi bir montaj ülkesi olmamıza rağmen hammadde fakiri bir ülke olmamız.

    Düşünün ki, ithalatta; hammadde, yarı mamul madde gibi girdi türü ürünlerin, toplam ithalattaki payı % 85 civarında. Yani bir şey üretip ihraç edebilmemiz ithal edebilmemize bağlı.

    Düşünün ki:

    Ahşap yonga levha ve türevleri ithal

    Tüm plastik malzeme ve eşyalar ithal

    Tüm metal malzeme ve eşyalar ithal

    Tüm yarı iletken elektronik malzemeler ithal

    İTHALAT BAĞIMLILIĞINDAN EN ÇOK ETKİLENEN SEKTÖR

    Misal, mobilya sektörünü ele alalım. Türkiye mobilya konusunda oldukça önemli bir çıkış yakalamış durumda. Mobilya demek sadece oturma grubu, konsol ya da dresuarlardan oluşmuyor malum. Özelliği olan ahşap ve metal mobilyalar ve mobilya aksamı (parçaları), MDF plakalar, aliminyum saç levhalar,  yatak grupları da mobilya sektörünün alt grupları. 2016 verilerine göre Türkiye dünya çapında yüzde 1.5 pazar payı ile mobilya ihracatı yapan ülkeler sıralamasında 15’inci sıradaydı.Gelgelelim bir de aynı sektörde ithalat yapan ülkeler sırlaması var. Türkiye o sıralamada 16. Sırada.Yukarıda da dediğimiz gibi, mobilya yapıp ihraç edebilmek için çok sayıda ‘şey’ ithal etmek zorundayız.

    En başta mobilyanın ana maddesi, özellikle panel mobilyalar için vazgeçilmez olan MDF plakaları üretebilmek için ihtiyaç duyduğumuz tomrukları ithal ediyoruz. Amerika’dan ve Rusya’dan. Nedeni iklim olarak gösteriliyor. Tomruk elde etmek için kullanılan ağaçlar bu iki ülkede iyi yetişiyor. Hiç değilse bir kısmını ülkemizde yetiştirmeyi denedik mi, şüphem var.

    Sadece tomruk değil, aliminyum mobilya aksesuarlarımız da ithal.

    Sadece aliminyum değil, yine mobilya için vazgeçilmez olan saç levhalar için gerekli demir hurdası, demir cevheri, bakır hurdası, bakır cevheri gibi materyalleri de ithal. Hurdaları-cevherleri alıp saflaştırarak saç levha yapıyoruz. Bunlar sözkonusu sektörün hammaddeleri olduğu için üreticisine de hammadde üreticisi diyoruz. Ama o hammaddeleri elde etmek için de ithalat yapmak gerekiyor.

    SEKTÖR İÇİ İSTİSMAR YILDIRICI HALE GELMİŞ DURUMDA

    Ancak sorun orada bitmiyor: Sözkonusu malzemeleri yani saç levhaları, MDF ve yonga levhaları yapan, hammadde üreticisi fabrikalar döviz kurlarını bahane ederek, dalgalanma olsun olmasın zam yapıyorlar, keyfi olarak satışı durdurabiliyorlar. Yani: Ara mamül üreticisi o mamülleri satın alarak nihai şeklini verecek küçük orta ölçekli mobilya üreticisini sürekli olarak istismar ediyor.

    Hemen bayram öncesinden, taze bilgi misal… Saç levha satışları, levhalar kısa süre önce zamlanmasına rağmen bayram öncesine tekabül eden dalgalı süreçte tamamen durdu. Sebebi malum: Stokçuluk

    Ahşap malzemeler; MDF ve Yonga levhalar için ise fabrikalar ‘bayramdan sonra %20 zamlanacak, ona göre’ mailleri atmışlardı üreticilere. Oysa zaten, bayramdan on gün kadar önce %7 oranında zam yapmışlardı.

    Üçüncü hava limanında kullanılmasından dolayı mobilya sektöründe tek başına enflasyon arttırıcı bir materyal haline gelen ‘kompakt laminant’ bir istismar aracı olmuş durumda. Şöyle ki, üç üretici var, üçü de yerli, yıl içinde dört-beş kere zam yaptılar ve buna rağmen avro ile satış yapıyorlar.

    Dikkatinizi çekiyorum, dışarı değil, içeri, iç piyasaya avro ile satış. Hem de ‘yerli ve milli hassasiyetlere sahip bütün vatandaşlar kenetlenecek, kriz algısı yaratılmayacak’ döneminde.

    Sonuç: küçük orta ölçekli mobilya üreticisinin mecburen ve çok zahmetli olmasına rağmen Çin’e yönelmesi ve dış ticarete bir ‘ithalat’ kalemi daha eklenmesi.

    KÜÇÜK-ORTA ÖLÇEKLİ ÜRETİCİ FİRMALAR BU ŞEKİLDE AYAKTA KALAMAZ

    Çok merak ediyorum, içinde olduğumuz ‘darboğaz’ serbest piyasa teamüllerini rafa kaldıracak, ‘ekonomik kriz’ diyeni hain ilan etmeyi gerektirecek kadar hassas ise, sözkonusu üç üreticinin iç piyasaya avro ile satış yapması nasıl makul olabiliyor?

    Yerli hammadde üreticileri yerli küçük orta işletlemelerini ezen fırsatlar peşinde koşarken nasıl milli olunuyor?

    IPhone kırmak, bu marka dışındaki herhangi bir telefonla selfie çekip Türk bayraklı profillerden yayınlamak yetiyor mu?

    Sözün özü, küçük orta ölçekli işletmeler, istismarları önleyecek; hasarı, riskleri, yükü paylaştıracak önlemlere ve düzenlemelere ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin ne kadar büyük ve güçlü bir ekonomi olacağı ile ilgili retorikler yüreklendirici olsa da yeterli değil. Zira malum, ‘gelecek’ önemli, lakin herşey ‘şimdi’ oluyor.