Blog

  • Sendikal örgütlenmede yeni yöntemler

    Günümüzde sendika-laşma ve toplu iş sözleşme uygulaması önemli ölçüde azaldı. Bunun en önemli nedeni değişen istihdam biçimleri ve kayıtdışı çalışmada yaşanan artış. Değişen istihdam biçimleriyle tipik olmayan iş ilişkileri doğmuştur. Tipik iş ilişkisi denilince akla ilk gelen, belirsiz süreli iş sözleşmesiyle tam süreli olarak bir iş yerinde istihdam edilen kişi ile işverenin kurduğu ilişkidir. Tipik olmayan iş ilişkileri ise bu tanıma uymayan bütün iş ilişkilerini kapsama almaktadır. Örneğin, belirli süreli sözleşmelerle çalışma, kısmi süreli çalışma, alt işveren yanında çalışma veya geçici iş ilişkisi kurma tipik olmayan iş ilişkilerindendir. Kayıt dışı çalışma ise kamuya beyan edilmemiş faaliyet olarak tanımlanmaktadır. 

    İletişim zayıf

    Tipik olmayan iş ilişkileri kapsamında veya kayıt dışı olarak çalışan kişiler ile sendikalar arasındaki iletişim, bu kişilerin sendikal örgütlenmeye dâhil olmakta yeterli teşviklerinin bulunmaması, sendikaların da ilgili kişilerin işgücü piyasasındaki konumları nedeniyle ulaşmakta zorluk çekmesi nedeniyle zayıf veya kopuk olmaktadır. Çalışma Bakanlığı ve ILO tarafından hazırlanan “Örgütlenmesinde Güçlük Çekilen Çalışanların Örgütlenmesi ve Temsili: Türkiye için Çıkarımlar” raporu konuyu derinlemesine analiz ediyor.

    Kayıtdışı artıyor

    Kayıt dışı çalışan, tipik olmayan iş sözleşmelerine sahip olan veya raporda belirtildiği üzere, “örgütlenmesinde güçlük çekilen çalışanlar (ÖGÇ)” olarak değerlendirilen çalışanların sayıları giderek artıyor. Örgütlenmenin olmaması ilgili çalışanların sosyal taraflar arasında yeterli düzeyde temsil edilmesine engel oluşturuyor. Bu tür çalışanların temsili, kapsayıcı ve sosyal açıdan sürdürülebilir büyüme sağlamak için çok önemli olduğundan, temsil edilmemeleri halinde, üretilen sosyal politikalar ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kalıyor. 

    Özel ihtiyaçlar

    Çalışanların örgütlenmesine yönelik olarak geliştirilecek yöntemlerin başarısı farklı çalışan gruplarının özel ihtiyaçları ile beklentilerinin dikkate alınmasından ve yöntemlerin bu çalışan gruplarına özgülenmesinden geçiyor. Geliştirilen yöntemlerin çeşitliliğinin yanı sıra, bu yöntemlerin uygulanabilmesine yönelik yasal düzenlemeler yapılmalı, etkili uygulama için asgari haklar ve korumalar ayrıca sağlanmalıdır. 

    Rapora göre, liberal ülkeler hariç olmak üzere, çoğu Kıta Avrupa’sı ve Latin ülkelerindeki işçi sendikaları, standart olmayan işçileri kapsayacak ve örgütleyecek şekilde uyarlama konusunda zorluklar yaşadılar. Stratejilerin yaygın bir şekilde uygulanmaya başlanmasına karşın, örgütleme stratejilerinin genişletilmesi konusunda önemli zorluklar varlığını halen sürdürüyor. Stratejilerin geliştirilerek başarılı bir şekilde uygulanmasında üç önemli faktör bulunuyor. Bunlar kurumsal düzen, işçi sendikalarının güç kaynakları ve örgütsel yapıları. Bu üç faktörün yeterli ve etkin bir şekilde kurulması halinde, örgütlenme yöntemlerinin geliştirilmesi ve uygulanması daha kolay oluyor.

    Strateji önerileri

    Örgütlenmesinde güçlük çekilen çalışanların örgütlenmesi için yeni güç kaynaklarının oluşturulması tavsiye ediliyor. Raporda, işçi sendikalarının çalışan kooperatifleri, sivil toplum kuruluşları (STK) veya kayıt dışı çalışan dernekleri de dâhil olmak üzere diğer aktörlerle işbirlikleri kurmaları gerektiği belirtiliyor. Bu tür birlikteliklerin özellikle işçi sendikalarının çalışanlara ulaşma konusunda zorluk yaşadığı kayıt dışı ekonomide faydalı olduğu belirtiliyor. 

    Yerinden yönetim

    Sendikaların karar alma ve uygulama sistemlerinin merkezden yönetimden ziyade yerinden yönetime uygun hale getirilmesi durumunda ilgili çalışanların örgütlenmesinde başarılı olma ihtimalinin daha yüksek olduğu ifade ediliyor. Ademimerkeziyetçi bir yapının, örgütlemeye yönelik olarak daha farklı çalışan gruplarını, sektörlerini, iş yerlerini kapsayabilmek adına bu çalışanlara özel karşılıklar veren bir yaklaşım sergileyebileceği belirtiliyor. 

    Finansal kaynak

    Toplu iş sözleşmesi kapsamına giremeyen iş yerlerinde, sendikalar finansal ve örgütsel kaynaklar yaratarak çalışanlar açısından cazip hale getirilebilir. Raporda bunun için işçi sendikalarında kampanyalar ve politikalar geliştirmek üzere özel birimler oluşturulması gerektiği, örgütlenme kampanyalarını yürütecek kişilere özel eğitimler verilmesi gerektiği vurgulanıyor. 

    Kayıt dışı ve standart olmayan çalışanların karşı karşıya kaldıkları koşullara ilişkin farkındalık yaratma kampanyaları yapılmasının ilgili kişilerde ve toplumda örgütlenme konusunda bilinç düzeyini artıracağı belirtilerek, bu tür işçilere ulaşımın iş yerinin sınırlarını aşması gerektiği ifade ediliyor.

  • İş kazası geçiren işçinin hakları neler?

    – SGK’ya göre hangi haller iş kazasıdır?

    Sigortalının;

    – İşyerinde bulunduğu sırada,

    – İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda,

    – Emziren kadın sigortalının çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda,

    – İşverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş geliş sırasında meydana gelen ve sigortalıyı bedenen ya da ruhen engelli hâle getiren olay.

    Bu bağlamda, örneğin iş yerinde düşüp kafasını vuran işçinin, hemen o anda değilse bile, sonradan geçirdiği beyin kanaması nedeniyle hayatını kaybetmesi iş kazası sonucu ölüm olarak değerlendirilir.

    – Trafik kazaları iş kazası sayılır mı?

    Örneğin, işveren sigortalıya araç tahsis etmişse, sigortalının bu araçla işe gidiş geliş sırasında yaptığı trafik kazası iş kazası sayılıyor. Ancak sigortalı kendi arabasıyla işe gelip gidiyorsa bu gidiş geliş esnasında yaşanan kaza iş kazası olarak değerlendirilmez.

    – İşverenin emriyle gidilen yerde kaza geçilirse ne olacak?

    İşveren eğer işçisini işi dışında bir görevle bir yere göndermişse, bu sürede yaşanan kaza da iş kazasıdır. Örneğin, işveren sigortalıyı “Elektrik faturasını bankaya yatır da gel” diyerek bankaya göndermişse ve sigortalıya karşıdan karşıya geçerken yolda araba çarpmışsa, bu durum da iş kazası olarak değerlendirilir.

    – Peki ya, iş yerinde geçirilen kalp krizi?

    SGK tarafından 2016’da yayımlanan bir genelgeye kadar, iş yerinde kalp krizi geçiren bir çalışanın geçirdiği kalp krizinin niteliğine göre geride kalanlara gelir bağlanıp bağlanmayacağına karar veriliyordu.

    Kalp krizi iş yerindeki bir olayla ilgili olmadan geçirilmişse ve dışarıdan bir etki söz konusu değilse, durum iş kazası olarak değerlendirmiyordu.

    SGK bu uygulamadan 2016’daki genelge sonrası vazgeçti. Kalp krizi geçiren çalışana iş kazası sigorta kolundan sağlanan yardımlar yapılmaya başlandı. Kalp krizi ile birlikte süreğen hastalıklar nedeniyle iş yerindeki ölümler de aynı çerçevede değerlendiriliyor.

    – İş kazası olmayan olay iş kazası diye bildirilirse ne olur?

    SGK’ya bildirilen bir olayın iş kazası sayılıp sayılmayacağının belirlenmesi için gerektiğinde SGK’nın denetim ve kontrol ile yetkilendirilen memurları tarafından veya iş müfettişleri vasıtasıyla soruşturma yapılabilir.

    Bu soruşturma sonunda yazılı bildirilen hususların gerçeğe uymadığı ve olayın iş kazası olmadığı tespit edilirse, SGK tarafından bu olay için yersiz olarak yapılmış ödemeler, ödemenin yapıldığı tarihten itibaren gerçeğe aykırı bildirimde bulunanlardan, yasal faiziyle birlikte geri istenir ve bu kişilere idari yaptırım uygulanır.

    – İş kazası sonrasında sağlanan yardımlar neler?

    İlk olarak, iş kazası sonrası hastaneye gidip rapor alan sigortalıya geçici iş göremezlik ödeneği ödeniyor.

    Örneğin, iş yerinde işini yaptığı sırada kayıp düşen ve ayağı kırılan sigortalı hastaneye gidip 10 günlük rapor alırsa, SGK 10 gün için sigortalıya geçici iş göremezlik ödeneği ödüyor. Bununla birlikte, sigortalının geçirdiği iş kazası sonrası meslekte kazanma gücünü en az yüzde 10 oranında kaybettiğini sağlık kurulu raporuyle belgelemesi halinde, sigortalı SGK’dan sürekli iş göremezlik geliri alabiliyor.

    Geçirdiği iş kazası nedeniyle sigortalı eğer hayatını kaybederse, geride kalan hak sahiplerine ölüm geliri bağlanıyor.

    – SGK her gün için ödeme yapar…

    SGK hastalık sigortası çerçevesinde istirahat raporu alan sigortalılara üçüncü günden itibaren geçici iş göremezlik ödeneği öder. Ancak iş kazası halinde durum farklıdır. İş kazası sonucu istirahat raporu alan sigortalıya raporun ilk gününden itibaren geçici iş göremezlik ödeneği ödeniyor.

    – İş kazası sonucu hayatını kaybeden sigortalının geride kalanlarının ölüm aylığı alabilmesi nasıl oluyor?

    SGK, ölüm sigortası kapsamında geride kalan hak sahiplerine aylık bağlamak için ölen sigortalının belirli süre prim ödemesi koşulunu arıyor.

    Ancak iş kazası sonrası ölümlerde, geride kalan hak sahiplerine aylık bağlanabilmesi için ölen sigortalının bir gün bile sigortasının olması yeterli. Dahası, sigortalının işe girişi yapılmamış olsa bile geçirilen kaza sonrasında SGK durumu sorgulayarak sigortalının o iş yerinde çalıştığını tespit ederse, geride kalanlara yine ölüm geliri bağlanır. Ayrıca, iş kazası sonrası ölen kişinin ölüm sigortasından da aylığa hak kazanmış olması durumunda, iş kazası sigorta kolundan ölüm geliri, ölüm sigortasından ise ölüm aylığı birlikte bağlanacaktır.

    – Babasını veya annesini iş kazası sonucunda kaybeden kız çocuklarına çeyiz parası

    Babasını veya annesini iş kazası nedeniyle kaybeden ve ölüm geliri almakta olan kız çocuğunun evlenmesi halinde ölüm geliri kesiliyor. Bununla birlikte,
    SGK resmi nikâhla evlenen kız çocuğuna ölüm gelirinin iki yıllık tutarını peşinen evlenme ödeneği olarak ödüyor.

    – 2018 yılı cenaze ödeneği

    Cenaze ödeneği sigortalının sırasıyla eşine, yoksa çocuklarına, o da yoksa anne ve babasına, o da yoksa kardeşlerine veriliyor. Cenazenin bu kişiler dışında gerçek veya tüzel kişiler tarafından kaldırıldığının belgelenmesi durumunda ise masraflar gerçek veya tüzel kişilere ödeniyor. 2018 yılı için SGK tarafından belirlenen cenaze ödeneği tutarı 595 TL’dir. 1 Ocak ve 31 Aralık 2018 tarihleri arasında vefat eden kişiler için bu tutar ödenecek.

  • Avrupa Diyabet Kongresi’nde konuşulan üç kritik konu

    eçen hafta Berlin’de yapılan 55. Avrupa Diyabet (EASD) Kongresi’ne dünyanın her tarafından gelen 25 binin üzerinde uzman katıldı. Kongrede, 10 ayrı salonda dört gün boyunca diyabetle ilişkili birbirinden ilginç konular sunuldu, tartışmalar yapıldı. Bunlardan bir bölümü, çok tartışmalı konuda son noktayı koyacak kanıtları açıklaması açısından çok önemliydi.

    GLUKOZ ÖLÇÜM ALETLERİ TARİHE Mİ KARIŞIYOR?

    Bundan 30-40 yıl önce glukoz ölçüm cihazları dönemin diyabet alanında en önemli buluşlarından birisiydi.

    O dönem asistanlığımın ilk yıllarında bir diyabetlinin kan şekerini ölçtürmesi için mutlaka hastaneye gitmesi gerekiyordu, ölçümün süresi de zaten bir hasta için bir saati aşkın bir süre alıyordu.

    Hastanın evinde, kendi kendine birkaç dakikada kan şekeri değerini öğrenebileceği bir cihazın bulunması diyabet tedavisinde yeni bir dönemi başlattı. Gün içinde daha sık şeker ölçümünün mümkün olabilmesi ve daha yoğun kontrol, hem tedavi protokollerini değiştirdi hem de diyabete bağlı organ hasarlarının oranlarını dramatik bir şekilde azalttı.

    Kongrede diyabet teknolojileri bölümünde, bu cihazlardan çok daha gelişmiş yeni nesil sürekli glukoz ölçüm sistemleri sonuçları açıklandı.

    Kısaca “CGM” denilen Sürekli Glukoz Ölçüm Sistemleri 2-3 cm büyüklüğünde, bir düğme gibi cilt üzerine yapıştırılıyor, doku sıvısından her 2 dakikada bir ölçüm yapabiliyor, klasik glukoz ölçüm cihazlarıyla günde 4-5 ölçüm yapılabilirken bu cihazlar günde 720 ölçüm yapabiliyor.

    Böylece 4-5 ölçümle günlük şeker sonucunu tahmin etmek değil bütünü görmek mümkün oluyor.

    Bu cihazların diğer önemli üstünlüğü güçlü alarm sistemine sahip olmaları. Kan şekeri ani düşme ve yükselmelerde hastayı uyarıyor, böylece şeker düşüklüğü ya da yüksekliği komasını engelliyor.

    Yeni nesil CGM’ler diyabetliye 6 kişiye link verme olanağı sağlıyor. Böylece hastanın kan şeker ölçüm sonuçlarını anında doktoru, diyabet hemşiresi izleyebiliyor.

    Kongrede ayrıca cilt üstüne takılanlarda 14 güne, cildin altına implante edilenlerde ise 180 güne kadar hiç değiştirmeden sürekli ölçüm yapabilen modeller tanıtıldı.

    Sonuçta çalışmalar gösteriyor ki; glukoz ölçüm aletleri tarihe karışıyor, yerini sürekli glukoz ölçüm sistemleri alıyor.

    DİYABETİN ÖNLENMESİNDE AMELİYAT MI YOKSA YAŞAM ŞEKLİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ Mİ ETKİLİ?

    Ülkemizde “metabolik cerrahi” adı altında diyabetini iyileştirme vaadiyle binlerce insanın herhangi bir indikasyonu olmadan ameliyat yapıldığı bir süreçte, kongrede sunulan bir çalışmada ilginç sonuçlar açıklandı.

    Bu çalışmada prediyabet adı verilen henüz daha diyabetin ortaya çıkmadığı gizli şeker dönemdeki kişilerde, yaşam şeklinin değiştirilmesi mi, ilaç mı, cerrahi müdahale mi daha etkili olduğu araştırılmış.

    Çalışmada bir grup hastaya 2 yıl boyunca metformin verilmiş, diğer grup hastaya gastrik bant takılmış ve izlenmiş.

    2 yıl sonunda, iki grupta da vücuttaki insülin duyarlılığının artışında da tansiyon, kollesterol, trigliserid gibi biyokimyasal parametrelerde de önemli bir fark bulunmamış. Sadece gastrik bant grubunda kilo verme oranı biraz daha yüksek bulunmuş.

    Buna karşılık benzer grupta yapılan bir başka araştırmada (Finlandiya çalışması), kilonun % 5’ini veren ve günde sadece 30 dakika yürüyen kişilerde diyabetin % 56 oranında önlendiğini gösterildi.

    Bu çalışmalar gösteriyor ki diyabetin önlenmesinde en etkili yöntem; yaşam şeklinin düzenlenmesi, doğru beslenme ve egzersiz birinci sırada. İkinci ve üçüncü sırada ilaç ve cerrahi geliyor.

    Sonuçta diyabetin önlenmesinde hemen cerrahi müdahale son seçenek olmalı, doğru beslenme, düzenli egzersiz diyabetten yaşam boyu koruyor.

    KARACİĞER YAĞLANMASI DİYABETİN ÖN HABERCİSİ Mİ?

    Karaciğer yağlanması tip 2 diyabetlilerde sıklıkla görülen bir tablo.  Bundan 20 yıl öncesine göre çok daha hızlı artış gösterdiğini biliyoruz. Bilimsel ismiyle non-alkolik steateohepatit (NASH) kanda karaciğer enzimlerinin artışıyla ya da ultrason tetkikleriyle kolaylıkla saptanabiliyor ama tedavisi oldukça zor.

    İyi tedavi edilemediği zaman karaciğerde fibroza ve bir süre sonra da siroza neden olabiliyor. Kimi araştırıcılar yağlı karaciğeri olan tip 2 diyabetlilerde siroza gidiş oranının % 20’lere kadar artış gösterdiğini söylüyor.

    Yapılan son çalışmalar özellikle diyabetli olmayan 45 yaş altı, genç, normal kilolu kişilerde karaciğer yağlanmasının büyük bir patlama gösterdiğini, özellikle plaza/AVM çalışanlarında bu oranın % 50’lere ulaştığını gösteriyor.

    Kongrede sunulan bir çalışmada yağlı karaciğeri olan genç bir gruptaki kişilerin hemen tamamında gizli şekerin varlığını gösteren parametreler bulundu. Bir süre sonra da tip 2 diyabeti gelişiyor.

    Buradan iki sonuç çıkıyor, birincisi yağlı karaciğer artık bir orta yaş hastalığı değil, ikincisi de diyabetin en erken göstergelerinden birisi, alarme olmak gerekir.

    ÜLKEMİZ ADINA GURUR VERİCİ BİR ÖDÜL

    55. EASD Kongresi’nde hepimizin gurur duyduğu bir ödül törenini izledik.

    Novo-Nordisk/EASD Diyabet Mükemmeliyet Ödülü’nü bu yıl bir Türk, Harvard Üniversitesi Sabri Ülker Araştırma Merkezi’nin direktörü Profesör Gökhan Hotamışlıgil aldı.

    Kongrenin en prestijli ödüllerinden birisi olan bu ödül bugüne kadar çok az sayıdaki bilim insanına verildi.

    Ödül törenini başta Sabri Ülker Gıda Araştımaları Enstitüsü Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Ali Ülker ve Genel Müdürü Begüm Mutuş olmak üzere Türkiye’den gelen birçok işadamı ve basın mensubu izledi.

    Dr. Hotamışlıgil ödül töreninde yaptığı konuşmada artık hücre araştırmaları için elektron mikroskobunun altındaki iki boyutlu görüntünün yeterli olmadığını, hücre çalışmalarında üç boyutlu görüntüye ihtiyaç duyulduğu söyledi ve bu konuda yaptıkları araştırmaları görüntülerle anlattı.

    Ama ödülden belki de daha önemli olanı Profesör Hotamışlıgil’in konuşmasının bitiminde gösterdiği son slayttı.

    Bu slaytta ekibiyle birlikte çekilmiş toplu bir fotoğraf vardı. Fotoğrafta ekibinde yer alan her araştırıcının üzerinde geldikleri ülkelerinin bayrakları yer alıyordu.

    Dünyanın birçok ülkesinden gelen araştırıcıdan oluşan bu ekibin başında bir Türk’ün olması ülkemiz açısından çok gurur verici bir tabloydu.

    Slaytta dikkatleri üzerinde toplayan diğer önemli nokta da ekipteki ağırlık en çok ülkemizden gelen (bunların ikisi benim öğrencilerimdi) genç araştırıcılardaydı. 

    Profesör Hotamışlıgil’i hem aldığı ödül için hem de bu ülkenin gençlerine verdiği destek için kutluyorum.

  • İnce’nin yeni hedefi İstanbul mu?

    Muharrem İnce’yi pazartesi akşamı, CNN Türk’te izlerken, konu İstanbul belediye başkanlığına gelince “Acaba doğru mu duyuyorum” diye kulaklarımı kontrol etmek zorunda kaldım.

    Şöyle dedi İnce: “Ben önümüzdeki dönem cumhurbaşkanı adayı olacağım, bunda kararlıyım. Cumhurbaşkanlığı seçimine 5 yıl var, ama ben 5 yıl süreceğini sanmıyorum. Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce ne olur, onu bilemiyorum. Ama benim böyle bir talebim yok. Bana bunu söyleyenler var. Partim böyle bir teklifle gelirse ben cumhurbaşkanı adayı olacağım, derim. Şu da olur tabi: Bugün İstanbul’u alacak olan bir belediye başkanı, doğal cumhurbaşkanı adayıdır zaten. Ben siyasetin gerekliliğini söylüyorum. Siz ya da başkası, İstanbul 94’ten bu yana AKP’nin elinde. Aday olmak ve kazanmak lazım. Benim üzerimden konuşmayalım bunu. Ben CHP’ye teklifimi yaptım. Önümüzdeki dönem cumhurbaşkanı adayı olmak istiyorum. Ama siyaseten de bir öngörü yapıyoruz şu anda.

    İBB’yi alan bir kişi 25 yıllık AKP saltanatını yıkacak bir kişi cumhurbaşkanlığını da alır. Şunu görüyorum: O kadar popüler olur ki onu alan kişi, ne CHP Genel başkanı kalır ne cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce kalır. Kazanırsa mutlaka cumhurbaşkanı adayı o kişi olur.”

    O ZAMAN NEDEN GENEL BAŞKANLIĞI HEDEFLİYOR?

    Madem İnce’ye göre, cumhurbaşkanı adaylığı İstanbul’u kazanmaktan geçiyor, o zaman kendisi neden 24 Haziran sonrası CHP Genel Başkanlığı kavgasına girdi? Bu mantığa göre, seçim sonrası, Kemal Kılıçdaroğlu’na “Ben partimin İstanbul adayı olmak istiyorum, bu yönde çalışacağım” demesi gerekmez miydi?

    Ya da şayet CHP Genel Başkanı olsaydı, yerel seçimlerde İstanbul’u partisinin adayı alırsa, kendisi cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçip, çekilecek miydi?

    Yine aynı mantığa göre, CHP Genel Başkanı olsaydı, yeniden cumhurbaşkanı adayı olabilmek için bu kez kendi partisinin yerel seçimlerdeki adayı İstanbul’u almasın diye mi çalışacaktı?

    DEFALARCA KAPIYI KAPATTI

    Ne tarafından tutarsanız tutun, fevkalade tutarsız bir açıklama bu. Bu açıklama ile İstanbul adaylığına açıkça yeşil ışık yakıyor İnce. Halbuki en son birkaç hafta önce Saygı Öztürk’e verdiği röportajda “Ben cumhurbaşkanı adayıyım. Gündemimde belediye başkanlığı adaylığı yok. Belediye başkan adaylığım diye bir konum yok” demişti. Bu minvalde sözlerini 24 Haziran sonrası birçok kez dile getirmişti. Bu konu her gündeme geldiğinde İstanbul adaylığını küçümser bir tavır sergilemişti.

    Muharrem Bey’in seçim öncesi yakaladığı rüzgarı heba etmesini izlemek hakikaten üzücü. Ben açıklamalarının duygusal yönünün ağır bastığını düşünüyorum, çünkü herhangi bir tutarlılık kaygısı taşımıyor. 24 Haziran sonrası çizgisine bakınca “Cumhurbaşkanlığını istedi, olmayınca CHP Genel Başkanlığını hedefledi, o da olmayınca İstanbul adaylığına rotayı kırdı” izlenimi doğuruyor.

    Halbuki sükunetini koruyup 24 Haziran sonrası parti içi iktidar mücadelesine girmese, baştan İstanbul adaylığı yönünde ağırlığını koysa, yakaladığı rüzgarı büyütebilirdi. Ya da CHP’de kalmak yerine yeni bir parti kurup yoluna gitse çok daha iyi bir noktada olurdu bugün. Bakın, İYİ Parti ne kadar kısa sürede yüzde 10 oy aldı. Bence CHP prangasından kurtulunca İnce’nin önü açılırdı. Ama herhalde tribünlerin heyecanına çabuk kapılıyor Muharrem Bey…

    ***

    CHP aday yapar mı?

    Bu açıklamalara acaba CHP nasıl bakar? İnce’yi bunca yaşanandan sonra aday yapar mı? Parti Sözcüsü Faik Öztrak bu soruya “Her yere aday olma hakkı var” diyerek yuvarlak bir cevap verdi.

    Kulisleri yokladığımda yönetimin buna olumlu yaklaşmadığını gördüm ancak yine de CHP’de işler belli olmaz, o nedenle “Kemal Bey kesinlikle bu işe sıcak bakmaz” gibi iddialı bir cümle henüz kurmayacağım.

    ***

    Seçim ve vaatler

    Dün Muharrem Sarıkaya köşesinde çok doğru bir teşhis yapmış, muhalefet partilerinin emeklilik yaşını düzenleme konusunda Meclis’e teklif vermesi, seçim öncesi telaffuz edilen yaşı aşağı çekme vaadini gerçekleştirme yönünde daha Meclis açılmadan adım atması tam da güzel bir popülizm örneği.

    Sevgili Sarıkaya, 91’de Demirel’in seçim vaadi olarak getirip seçilince uyguladığı erken emekliliğin yıkıcı sonuçlarını hatırlatmış. Bu gün de böyle adımlar yaklaşan sandık hesabından başka bir şey değil!

    Ama maalesef bunlar sürpriz de değil. Seçim süreçleri ekonomi açısından pek de iyi süreçler değildir, zira seçmenin beklentisine uygun olarak bu dönemlerde hep kesenin ağzı açılır. O nedenle ben ısrarla yerel seçimlerin erkene alınması gerektiğini yazdım, söyledim. Türkiye bir an önce bu seçim döngüsünden çıkıp, tasarruf tedbirlerini hızlandırıp önüne bakmalı…

    Ancak yerel seçimler, öne alınma prosedürü de uzun olduğu için zamanında yapılacak görünüyor. En azından bu kez kampanyalar popülizmi değil, realizmi öncelese, 2019’da önümüzü çok daha iyi görürüz…

    ***

    BİM’den gelen açıklama

    Geçen hafta, marketlerde fiyatların çok hızlı bir şekilde arttığına dikkat çektiğim yazımda, BİM’e ceza kesildiği yönünde birçok haber olduğunu aktarmıştım. BİM’den açıklama geldi. Açıklamada “Şirketimize herhangi bir ceza kesilmemiştir. Bu yöndeki haberler tamamen gerçek dışıdır” diyor. Bilginize sunarım.

  • Kılıçdaroğlu’nun bir şey daha yapması lazım

    CHP’nin anayasa değişikliği paketini Anayasa Mahkemesi’ne götürmeme kararı alması isabetlidir. Bu karar, sıradışı bir gerilim yaşamakta olan siyasette bir tür normalleşme adımı bile sayılabilir. CHP ilk defa AK Parti iktidarları döneminde bir anayasa değişikliği kararını mahkemeye götürmüyor. Karar hem isabetli ve esasen hem de zaruridir. İki açıdan…

    Birincisi, Meclis’in anayasa değişikliği kararları AYM’ye sadece usul yönünden götürülebilir. Cumhurbaşkanlığı sistemi değişikliklerini içeren paketin bu açıdan dava konusu olması mümkün değildir. Yani, daha baştan dava açmak amaçsız ve imkansız bir girişim olacaktı.

    İkincisi… Bu nokta daha da önemli. Kemal Kılıçdaroğlu, alışılagelmiş bir CHP davranışını, klasik bir parti şablonunu bozarak, partisinin sırtında ağır bir yük olan 367 hatırasının canlanmasını da engelledi. Yüksek yargıdan istediği kararı çıkarmak, CHP’nin sistem tarafından kaynaktan avantajlı olduğu yılların doğal bir durumuydu. Hatta bu ilişki doğal bir siyasi faktördü. Partiler seçim kazanır, iktidar olur ama altın hisse CHP ve paydaşlarının elinde bulunurdu. Dün aldıkları AYM’ye müracaat etmeme kararı bir anlamda bu dönemin sonunu da ilan etmiş oluyor. Nitekim, Kılıçdaroğlu’nun şu ifadesi de bunun teyididir:

    “Şimdi söz, karar ve yetki milletindir. Sandıkta kararın verileceği 16 Nisan’a kadar önümüzdeki 60 günü milletin hakemliğine emanet edeceğiz. İşte bunun için AYM’ye başvurmayacağız.CHP olarak bu milletin ferasetine güveniyoruz. Son söz, milletin divanıdır.”

    Bugüne kadar CHP liderleri veya sözcüleri buna benzer cümleler kurmuşlardır ama ilk kez bir başka kuruma dayanmaksızın, bir başka yol aramaksızın söylüyorlar. Zaruret de olsa isabettir…

    Hazır CHP’nin millete itimatı bahsi açılmışken daha mühim başka konuları da hatırlatalım. Hatırlatalım ki siyaset kanalıyla hiç olmazsa bazı meselelerimizin hallolması için bir yol açılabilsin.

    Türkiye’de tek parti yıllarından kalma ve bilhassa Cumhuriyet’in ilk dönem tatbikatlarından kaynaklanan bir dizi inanç hürriyeti problemi vardı. Başörtüsü meselesi, Kur’an kursları eğitimi, İmam Hatip Liseleri, dindarların kamu ve özel hayatta istihdam ve görünürlüklerinin kısıtlanması ve buna bağlı bir dizi mesele… AK Parti iktidarları döneminde bunlar adım adım aşıldı ve mesele olmaktan çıkarıldı. Birçoğuna yasal dayanak kazandırıldı, birçoğu da hızlı bir uygulama pratiğiyle problem olmaktan çıkarıldı.

    Bunu CHP elitleri veya tabanının bir bölümü veyahut da genel olarak Kemalist kesimler anlamayabilir ama dindarların bu başlıktaki meseleleri ağır bir hayat tarzı problemi ve buna bağlı olarak da sarsıcı bir istihdam, eğitim, inanç ve sosyal statü engelleriydi. Bu engellerin kaldırılması toplumun yarıdan fazlasını bir anda devletle barışık hale getirmiş ve bu büyük toplum kesiminin zihinlerini kuşatan karanlık dönem tarihe gömülmüştür.

    Ancak her şeye rağmen bu alanlardaki çözümler henüz çok tazedir. Yani, inancını istediği kıyafetle yaşamak isteyenler, inancıyla devlette ve özel hayatta rol olmak isteyenler, milli eğitimde dini bilgiler almayı talep edenler, dindarlığı nedeniyle başına bir iş gelmeme özgürlüğünü yaşamak isteyenlerin zihni hala geçmişin yasaklarıyla endişelidir. Gelecekte bir gün bu haklardan geri dönüş veya kısıtlama tehdidi bazı zihinlerde canlıdır.

    En önemlisi de bütün bu yasakların, engellerin, kısıtlamaların, yani inancını dilediği gibi yaşama hürriyetini kısıtlamanın sembolü CHP’dir. Tek parti yıllarından Demokrat Parti’ye, 12 Eylül’den AK Parti’ye kadar uzun tarihi yürüyüşte CHP hep muhafazakar/dindar kitlelerin hayat tarzını tehdit eden ana unsur olarak zihinlere kazınmıştır.

    Şimdi CHP’ye düşen, Türkiye’nin bu alanlarda ulaştığı özgürlüklerle bir sorunu olmadığını, o devirlerin geride kaldığını ve herhangi birinin tehdit olmak şöyle dursun bilakis kazanım olduğunu ve geri döndürülemeyeceğini ilan etmektir. “Milletin inancıyla sorunlu ve mesafeli parti” bagajından kurtulmaktır. Bu, sadece bir siyasi tercih değil aynı zamanda CHP’nin topluma borcudur da…

    Kılıçdaroğlu’nun partisi bu kaygıları giderecek bir hamle yaparsa böylelikle siyasetin ürettiği bir çözüm ortak bir değere ve kazanca dönüşecektir.

    CHP bu istikamette cesur ve samimi olduğunda “Herkes için iyi Türkiye”ye doğru büyük bir adım atmış oluruz.

  • Banka kurtarma ve kredi yapılandırması – VI / Tayland, Malezya, Endonezya

    Tayland kurunu sert şekilde devalüe ettikten sonra Asya’da biriken problemler çığa dönüşmüş ve Asya krizi resmen başlamıştı. 97’deki kur ayarlamasından sonra üç ülkede faizler %10’lardan %50’lere kadar yükselmişti. Sert bir resesyon gelecekti…

    Sert ekonomik daralma beraberinde aynı oranda acıtıcı bir kredi daralması da getirdi. Sorunlu krediler arttı. Bankalar yükü taşıyamaz hale gelmişti. Sorunlu varlıkların payı o denli arttı ki başka hiçbir ülke sisteminde görülmeyen tahsili gecikmiş alacaklar oranı meydana geldi. Tayland’da kredilerin yarısı 99 yılında tahsili gecikmiş hale dönmüştü!

    Tayland’da eski bir maliye bakanının başını çektiği yeniden yapılandırma komitesinde (FRA) özel sektör, Tayland Merkez Bankası yer alıyordu. Endonezya’da borçların idaresi için IBRA kurulmuş ve 5 politik partinin görüşü alınmıştı. Malezya’da ise yine MB eşgüdümünde bir borç idare komitesi kurulmuştu.

    İşe önce mevduata garanti vererek ve banka regülasyonlarını gevşeterek / sıkarak başladılar. Bankaların hayatta kalmasını sağlayacak düzenlemeler ile sektör rahatlarken, reel sektörde daha fazla batık olmaması için banka – şirket ilişkilerinde bankaların daha fazla risk almasını önleyecek sıkılaştırıcı yollara başvuruldu.

    Kurallar belirlendikten sonra her ülke kendine göre kötü banka yönetme testine girdi.

    Tayland’da kötü varlıkların hızla satılması prensibi belirlendi. FRA Ekim 97’de çalışmalara başladı. Fiziksel varlıklar martta, araç ve konut kredileri ise yaz aylarında %50 iskonto ile satıldı. Elde kalan asıl büyük varlıklar ise ihale edildi. Acele satışlar birkaç partide yapıldı ancak varlıklar %20’den düşük defter değeri ile satılıyordu. 99 yazında varlıkların önemli bölümü satılmıştı.

    Malezya’da Maliye Bakanlığı Danaharta ismiyle bir borç yönetimi şirketi kurdu. Çoğunluğu özel sektörden oluşan yönetim kurulunun görevi varlıkları yönetmekti. Bu varlıklar Danaharta’nın bankalardan alacağı varlıklardı. Bu kurum %60 ortalama varlık değerlemesi ile bankalardan yaklaşık 3.000 parça ticari kredi satın aldı. Konut kredileri almadığı için politik olarak da zorlanmadı keza borcunu ödemeyenleri evlerinden çıkarmak zorunda kalmamışlardı. Kurum devlet destekli bono ihraç ederek ve 5 yıl sonra bunu roll etme / çevirme hakkı kazanarak alımlarını yaptı.

    IBRA’da 500’e yakın personel işe alındı. Doğrudan bankaların kötü varlıklarını onlardan satın almak ve yönetmek üzere kuruldu. 4 kamu bankasının teke indirilip kötü varlıkların bir bölümünü saklaması gibi çözümler bulundu ve yapılandırma sürecinde Alman Deutsche Bank’tan danışmanlık alındı.

    Bankalar kurtulup, kimileri birleşip kimileri ise battıktan sonra güvende artış oldu. Şimdi sıra finans sektörü ve reel sektör bağını güçlendirmeye gelmişti. Üç ülkede de kredi yapılandırma komiteleri kuruldu.

    Finansal olarak sağlam olan ancak ekonomideki döngüden etkilenen şirketler için her biri farklı modelleri benimseyen 3 ülke özünde aynı işi benimsediler. Kriz boyunca bankalar bu sağlam şirketleri bir konsensüs dahilinde fonlamaya devam etsinler ve bu arada bir ödemesiz periyot ile onları rahatlatsınlar. Hatta aralarında kritik öneme sahip olanlar için yeni kredi kanalları açsınlar şeklinde prensipler belirlendi. Finansal sektörden sonra sıra reel sektörü bir arada tutmaya gelmişti.

    ***

    Asya ekonomileri önce bankacılık özelinde düzenlemeler ile bankaları kurtardılar. Yeniden yapılandırma maliyetleri Tayland’da milli gelirin %32’sine, Malezya’da %18’ine ve Endonezya’da %29’una varmıştı[1]. Malezya haricindeki iki ülkede toplam masraflar o günün kuruyla 40 milyar doları aşmıştı.

    Milenyum geldiğinde üç ülkede kötü günleri geride bırakmış ve en az %5 civarında büyümeye geçmişlerdi…

  • Vefatının 30. Yılında Malik Aksel

    Malik Aksel’in gazete ve dergi sayfalarında kalmış yazılarını bir araya getirdiğim, Kapı Yayınları tarafından külliyatın altıncı kitabı olarak yayımlanan Masal ve Resim’i önceki gün yeniden gözden geçirirken bu kitabın gün ışığına çıkmakta biraz gecikmesinin hayra vesile olduğunu fark ettim. Kültür ve sanat dünyasının dikkatini, vefatının 30. yılında bu değerli ressam ve kültür adamına yeniden çekmiş olduk.

    Malik Aksel, 15 Şubat 1987 tarihinde aramızdan ayrılmıştı. O tarihte Tercüman gazetesinin Kültür-Sanat sayfasını yönetiyordum. 16 Şubat sabahı gazeteye gittiğimde, bizimki de dâhil, birçok gazetede “Malik Akçelik öldü” başlıklı bir haber gördüm. Şaşırmıştım, kimdi bu Malik Akçelik? Haberi okuyunca, tanıdığım, resimlerini çok sevdiğim ve imzalı kitaplarına sahip olduğum Malik Aksel’den söz edildiğini anlayınca çok sarsıldığımı hatırlıyorum. Gece sekreterleri Anadolu Ajansı’ndan gelen haberi tahkik etmeden kullanmışlardı. Kültür ve sanat adamlarımızı ne kadar tanıdığımızı, onlara ne kadar değer verdiğimizi göstermesi bakımından ibret verici bir hadisedir bu.

    Benim sanat meselelerine ilgi duymamda, Malik Aksel’in 1971 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan Sanat ve Folklor isimli kitabının önemli bir rolü vardır. Büyük bir zevkle okuduğum bu kitap, bana yeni ilgi alanları açmıştı. Kültür Bakanlığı’nca yayımlanan o nefis İstanbul’un Ortası da öyle… Anadolu Halk Resimleri’ni iki yıl sonra Sahaflar Çarşısı’ndan satın almış, Elif Kitabevi’nin yayımladığı Türklerde Dinî Resimler’i de galiba aynı tarihlerde temin etmiştim. Anadolu Halk Resimleri’ni okumak için çantamda gezdirdiğim günlerde uğradığım Türk Edebiyatı Cemiyeti’nde kendisine rastladım ve imzalattım. Merhum, bu cemiyet tarafından çıkarılan Türk Edebiyatı dergisinde yazardı. Zaten onun ismine galiba ilk defa Türk Edebiyatı ve Hisar dergilerinde rastlamıştım. Resim Sergisinde Otuz Gün’e gelince… Bu lezzetli kitabı 1976 yılında rahmetli Yücel Çakmaklı ve Ahmet Bayazıt’la birlikte, Nişantaşı’ndaki evine, TRT için bir Ramazan sohbeti çekmek amacıyla gittiğimizde imzalayıp hediye etmişti.

    Balkan Harbi felaketinin, ardından Birinci Dünya Harbi’nin bütün acılarını ve göç psikolojisini yaşamış bir nesle mensup olan Malik Aksel, ailesi İstanbullu olmakla beraber, babasının görevi dolayısıyla bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Katerin’de doğmuş, ilk çocukluğunu Osmanlı’nın son demlerinde Katerin, Serez ve Selanik’te yaşamıştır. Darülmuallimin’de, yani Erkek Öğretmen Okulu’nda Birinci Dünya Harbi yıllarında okur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Avrupa’ya gönderilen öğretmenlerdendir. Almanya’da resim pedagojisi ve resim eğitimi gördükten sonra döner, Ankara’da yeni kurulan Gazi Eğitim Enstitüsü’nde görev yapar. Bu enstitünün Resim-İş Bölümü’nü kuran odur.17-02/16/screen-shot-2017-02-16-at-023150.pngMalik Aksel’in yağlıboya ve suluboya resimlerinden birkaç örnek.

    Darülmuallimin’de ressam Şevket Dağ’ın talebesi olan Malik Aksel çok iyi bir ressam, özellikle suluboyada büyük bir ustaydı. Engin bir araştırma merakına, mizaha yatkın zekâya ve güçlü bir kaleme sahip olduğunu da belirtmek isterim. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, özellikle Ankara’da yeni yeni şekillenen sanat hayatı hakkında onun yazdıkları eşsiz birer belge niteliğindedir. Özellikle muhavere tarzında yazdığı Resim Sergisinde Otuz Gün isimli kitabı ve Sanat ve Folklor’daki yazıları çok önemlidir. Ancak o, hiç şüphesiz önce ressamdı. Yazarlığı, ressamlığını tahkim etmek için yaptığı çalışmaların bir sonucudur. Ne var ki akademili olmaması, hiçbir akıma ve gruba bağlanmaması ve hemen bütün resimlerinde yerli hayatı işlemesi, sanat tarihini belli bir bakış açısıyla yazan ve belli anlayışlara odaklanan sanat tarihçileri ve eleştirmenler tarafından göz ardı edilmesine yol açmıştı.

    Malik Aksel’i en iyi anlayan rahmetli Sezer Tansuğ’du. “Malik Aksel’in Ardından” başlıklı yazısında, onun sözü sohbeti hoş bir bilge, katıksız bir samimiyet üzerine kurduğu dünyasında özentiden eser olmayan, mütevazı, mahviyetkâr bir gönül adamı olduğunu ifade eden değerli sanat eleştirmeni şöyle diyordu:

    “Malik Aksel’in gözlemci duyarlılığını yansıtmakta büyük önem taşıyan suluboya çalışmalarıyla yakın ilişkisi bulunan kitabı İstanbul’un Ortası adını taşıyan yapıtıdır. Araştırmacı, ressam ve eğitimci olarak çok yönlü kişiliğiyle Cumhuriyet dönemi resim sanatında bıraktığı izler hiçbir zaman yadsınamayacak olan Malik Aksel’in özellikle halk resmi alanında yaptığı çalışmalar yeni birçok araştırmacıya ipuçları sağlamış, fakat henüz bu ustanın ortaya koyduğu değerleri aşabilecek nitelikte incelemeler yapılabilmiş değildir. Malik Aksel’in bir ressam olarak özgün yanını oluşturan değerlerin özellikle suluboya çalışmalarında görüldüğü kesindir. Bu alandaki eşsiz başarısının sırrı, gözlemlerini süratle biçimlendirme ihtiyacında saklıdır. Suluboya resimlerle bir anlık geçici gözlemler arasında sıkı bir ilinti vardır. Üstün bir mizah zekâsı ile yapılan bu gözlemler, yaşadığı ortamları severek anılaştıran duyarlı, sevecen bir mizacın ürünüdürler.”

    Yeri gelmişken, Malik Aksel’in Bursa’da yaşayan oğlu Murat Aksel’in babasının çok sayıda yağlıboya, suluboya ve karakalem eserini, ayrıca halk resimleri koleksiyonunu Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne bağışladığını hatırlatmak isterim. Resimler Merinos Kongre ve Kültür Merkezi’ndeki Malik Aksel Sergi Salonu’nda sanatseverlerin ziyaretine açık. Halk resimleri koleksiyonu ise Kent Müzesi’nde…

    24 Şubat günü saat 19.00’da, Malik Aksel Sergi Salonu’nda vefatının 30. yılı ve külliyatının tamamlanmış olması vesilesiyle anılacak olan büyük sanatkârı rahmetle anıyorum.

  • Cemal Kaşıkçı CIA ajanı mı?

    Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolos-luğu’nda sır olan Cemal Kaşıkçı’nın akıbeti kadar kim olduğuyla da ilgili kafalar karışmış durumda. Çünkü 2 Ekim’de konsolosluk binasına girdikten sonra kaybolduğunda Suudi vatandaşı Kaşıkçı’nın Suudi Kralı’na muhalif yazarlığı ön plandaydı. Aradan geçen iki haftada ise buna CIA başta olmak üzere bir çok ülkenin gizli servisleriyle bağlantı, yani  “ajanlık” iddiaları da eklendi. Hatta Kaşıkçı’nın çift taraflı ajan olabileceği dahi konuşuldu, konuşuluyor. Dolayısıyla da öldürülmesi ya da kaçırılmasına neden olan gerekçeler arasında Washington Post’taki rejim muhalifi yazılarının yanı sıra fazlasıyla “casusluk” senaryoları da var. Bunda da Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Gizli Servisi eski başkanının danışmanı ve dünyaca ünlü işadamı  Adnan Kaşıkçı’nın yeğeni olmasının payı büyük. Dahası Suudi yetkililerin muhalif gazeteciyi yakalamak üzere kendi aralarında yaptıkları görüşmelerin Amerikan istihbaratı CIA’nın dinlemesine takılması gibi soru işaretleri söz konusu. Yani CIA bir yerleri(!) dinliyor ve olası gelişmelerden bihaber değil… Dün bu durumu MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür’e sordum. Tabii öncelikle de Cemal Kaşıkçı’nın CIA ajanı olma olasılığını. Yanıtı şuydu:

    Olabilir. Geçmişte Adnan Kaşıkçı için de aynı laflar çıkmıştı. Gerçi Libya’ya falan da silah veriyordu ama bu ABD’liler böyle kendilerine dokunmadığı müddetçe destek veriyorlar, yönlendiriyorlar. Biz de DHKPC’lilerle ilgili CIA’ya o kadar çok yer gösterdik, bilgi verdik ama bir şey yapmadılar. Onun için Cemal de olabilir, niye olmasın.

    CIA kendi adamını riske atar mı?

    Bakalım ne yapacak? Kaçırılmak istendiğine dair veri var dediler, bakalım ne çıkacak arkasından? Demek ki birilerini dinliyorlar. Belki adamın üzerinde de dinleme vardı. Olamaz mı? Eğer bu adamı bir şekilde bayılttılarsa ya da öldürdülerse diyelim üzerinde de mikrofon falan varsa vericiden almışlardır.

    Deri altına yerleştirme falan mı?

    Bir yere gizlemişlerdir, kişinin dişine bile yerleştiriliyor. Girerken adamı soyup vücudunu aramıyorlar ki, öten bir şey değilse, görünen bir yerinde değilse dinlemek kolay. Önemli olan pilin ömrü, yani kısa süreler için her zaman müsait. Uydu üzerinden her şey kolay.

    Ne çıkar bu olayın sonunda?

    Sessiz sedasız alıp götürmek varken konsoloslukta adam kesme falan olduğunu kesinlikle zannetmiyorum. Ama ortalık bu kadar karıştığı için bu adamı aldık biz yargıladık öldürdük ya da hapishanede duruyor falan diyemezler. Çünkü girdi, gitti dediler, geri dönüş yapmaları çok zor. Bunu ilk başta yapsalardı kendisiyle ilgili şüphelerimiz vardı aldık götürdük, hatta konuştuk kendi isteğiyle geldi bile diyebilirlerdi. Kim yalanlayacak… Kimse de bir şey diyemezdi… Onun için sesiz kalacaklar diye düşünüyorum. Ama başka kanallardan neyin ne olduğu ortaya çıkarsa ki muhakkak bunların da içinde ABD’ye hizmet edenler vardır. Bir yerden bir şeyler gelir.

    Nasıl?

    CIA zaten dinlemiş. Neredeki dinleme acaba? Türkiye’deki konsolosluktaki mi yoksa Prens Selman’ın odasındaki, makamındaki mi? Orada da mikrofonları yerleştiren bir yaver olabilir? Dinleme nereden çarptı orası önemli…

    CIA hesabını sorar yani?

    Sorar. Zaten hem Trump’ta hem de Suudi Arabistan’da Prens Selman’a karşı muhalifler arasında kıpırdanma var. Belki sesleri tam çıkmıyor ama perde arkasında bir şeyler yapıyorlardır mutlaka. CIA da onları biliyordur, desteği verdi mi Selman gider… Kim bilir bu arada Selman ABD’ye ne sözler verdi…

  • Kayıp yıldız, kayan yıldız oluyor

    Bir Suudi klasiğiyle sınır ötesi operasyona uğrayan gazeteci Cemal Kaşıkçı’dan Prens Türki bin Bender, Prens Halid bin Ferhan  ve Prens Suud bin Saif el-Nasr’a kabarık bir kayıp listesi var Riyad’ın. Kaşıkçı’nın öldürüldüğü iddiası malum; Kral Salman’a muhalif üç prensin  ise Avrupa’dan kaçırıldığına dair deliller mevcut, ancak akıbetleri hakkında hiçbir bilgi yok.

    Çin ise illüzyonla adam kaybetmekte daha şeffaf! Önce Interpol şefi Meng Hongwei’nin Çin’de kaybolmasıyla uluslararası bir hayret dalgası yaşandı; ardından Pekin adamın istifa ettiğini bildirdi kısaca. Aynı zamanda Çin Kamu Güvenliği Bakan Yardımcısı olan Meng hakkında, rüşveti de içeren  yolsuzluk soruşturması yürütüldüğü bildirildi.

    Xinhua haber ajansı, Meng’in 2016’da çekilmiş bu fotoğrafını servis etti. 

    Meng Hongwei’in akıbeti çabuk ortaya çıktı, çünkü Pekin’den hiç beklenmedik bir acemilik söz konusuydu. Daha önce kayıp milyarder vakalarında, hedefteki kurbanların eşleri de bir şekilde görünmez kılınırdı. Hongwei’nin karısı Grace ise Interpol’ün merkezi Lyon’daydı, kocasından haber alamadığını Fransız polisine bildirip ailesi için koruma talebine bulunmuş, kocasının Whatsapp’tan gönderdiği bıçak emojisine kadar herşeyi açık etmişti. Yüzünü gizleyerek basın toplantısı bile düzenledi.

    ŞÖHRETLİ TAVUK

    Beyazperdede Çin’in en şöhretli uluslararası yüzü Fan Bingbing’in sır günleri ise daha uzun sürdü. Kendisinden temmuz ayından beri haber alınamayan yıldız geçen 3 Ekim’de ortaya çıktı.

    Fan Bingbing, geçen mayıs ayında Cannes Film Festivali’nde kırmızı halıda.

    Son birkaç yıldır ekonomi yazarlarının analizlerinde sık sık şu Çin deyimine rastlanıyor: “Maymunu korkutmak için tavuğu keseceksin”; yani diğerlerine ibret olsun diye birini cezalandırmak anlamında… İşte Fan Bingbing’in de Pekin’in yeni tavuğu olduğuna dair genel kanı hakim.

    Önceki “tavuklar” Wanda, Anbang, Fosun gibi dev şirketlerin milyarder patronlarıydı. 2013’te Şi Cinping liderliğinde başlayan yolsuzlukla mücadele dalgasının ardından Pekin, parasını dışarıya çıkarmak isteyen yatırımcılara gözdağı vermek için milyarderlerin peşine düştü; çünkü sermaye çıkışı 2 trilyon doları bulmuştu. 2015’te üç şirketin yaptığı işlemlerle ilgili risk soruşturmaları yürütülürken, o yıl tam 5 milyarder ortadan yok oldu. Mesela 7 milyar dolarlık net varlığıyla “Çin’in Warren Buffet’ı” diye anılan, Fosun Grubu’nun başındaki Guo Guangchang; Guotai Yunan Int.’ın CEO’su Yim Fung… Bu kayboluşların çok ağır finansal sonuçları oldu. Hanenergy’nin Başkanı Lei Heijun, kaybolduğu için hissedarlar toplantısına katılamayınca şirket hisseleri yüzde 47 değer kaybetti: 18.6 milyar dolar uçtu gitti. Kayıpların hepsi de bir bir ortaya çıktı, hayat devam etti.

    KAMUOYUNDAN ÖZÜR

    Şimdi Fan Bingbing için de hayat devam ediyor. Ama nasıl? “X-Men: Days of Future Past”taki rolüyle uluslararası şöhrete kavuşan, geçen yıl Cannes Film Festivali’nde jüri üyesi olan 37 yaşındaki Fan, Çin’in erkek egemen eğlence sektöründe ağır fakat emin adımlarla yükselmiş, kendi yapım şirketini kurmuştu. Şirketi, yılda iyi gişe yapan 4-5 film çıkarırken kendisi de oyuncu olarak dünyanın en çok kazanan yıldızları arasında yer alıyor, kırmızı halılarda ünlü imzaların tasarımlarıyla büyük sükse yapıyordu.

    Fan Bingbing, X-Men: Days of Future Past’teki rolüyle uluslararası şöhrete kavuştu.

    Sonra geçen temmuzda ortadan yok oluverdi. Milyonlarca hayranının 3 ay süren kaygı dolu bekleyişinden sonra 3 Ekim günü esrar perdesi aralandı. Fan, Çin’in Twitter’ı Weibo’daki hesabından bir açıklama yaparak kamuoyundan ve  hayranlarından özür diledi.  Yakayı ele verdiği vergi usulsüzlüğü nedeniyle büyük utanç içinde olduğunu, hayatında hiç olmadığı kadar derin acılar çektiğini anlatıyor, şöyle yazıyordu: “Benim için ulusal, sosyal ve bireysel çıkarlar arasında hiçbir ayrım olamaz. Kamunun önündeki bir birey olarak yasalara uymalı, toplumda ve sektörde öncü rol oynamalıydım. Yasaları ihlal ettiğim için tüm kamuoyundan ve vergi yetkililerinden içtenlikle özür dilerim. Bütün mali zorluklara rağmen cezai yükümlülüklerimi sonuna kadar yerine getireceğime söz veririm.”

  • Peki o sınıfta o Alevi çocuk olmasaydı ne olacaktı?

    Belki bazılarınız; “Hiç gereği yoktu böyle bir konuyu ele almanın” filan diyecek. Haklılar da bunu diyenler. Çünkü gerçekten de sırf Alevileri aşağılamak, horlamak için uydurulmuş saçma sapan iftiralarla yaftalamalar çok sevimsiz, çok itici bir durumdur.

    Ben de hiç girmek istemezdim konuya ancak el mahkum gireceğim. Çünkü yıl 2018 ve dünyanın sayılı metropollerinden biri olan İstanbul’un bir eğitim yuvasında maalesef bu hakaretlerden biri epeyce gündem oldu dün.

    Görmemiş olanınız da olduğu ihtimaliyle konuyu kısaca özetleyeyim.

    Olay geçtiğimiz pazartesi, İstanbul’un Arnavutköy ilçesinde, Cumhuriyet Ortaokulu’nda 7/L sınıfında yaşanmış. Adının baş harfi S. olan, Alevi bir öğrencinin din dersinde yaşanan skandalı ailesine haber vermesi ile patlak vermiş.

    Sonrasında okul müdürlüğünün de doğruladığı söz konusu skandalı size S. adlı öğrencinin anlatımıyla aktarıyorum:

    “Derse başladıktan sonra konu oruçlara geldi. Mübarek aylar ve oruçlardan konu açılmıştı. Ramazan, Şaban, Recep aylarını anlattı öğretmen. ‘Muharrem orucunu da Aleviler tutar’ dedi öğretmen, ‘Ama Alevilerin yaptığı yemek yenmez’ dedi. Bir arkadaşım da kalkıp ‘Hocam neden yenmez?’ diye sordu, öğretmen de ‘Aleviler Peygamber Efendimizi sevmezler, sadece torunları Hasan ile Hüseyin’i severler’ diye cevapladı. Aynı zamanda komşumuz olan ve aşure verdiğimiz bir sınıf arkadaşım öğretmene; ‘Ben Alevilerin yemeklerini yedim ama az yedim, bir şey olur mu?’ diye sorması üzerine öğretmen ‘Az yediysen bir şey olmaz’ dedi!”

    Değerli okurlarım… Sizden bir ricam var. Mümkünse bundan sonra okuyacaklarınızda o adının baş harfi S olan çocuğu Sevilay diye okuyun.

    Çünkü bu Sevilay da ve Sevilay gibi Alevi olan milyonlarca insan maalesef birçok defa bu aşağılık iftiralarla, hakaretlerle karşı karşıya kalmıştır.

    Sadece yemek de değildir bu cahil güruhun hakaret için kullandığı argüman.

    Daha da beterleri vardır.

    Ben ilkokul başta olmak üzere eğitim hayatım boyunca bu abuk, akıllara ziyan iftiralarla çok defa muhatap oldum.

    Allah’tan bizim dönemimizde böyle cahil öğretmenler yoktu.

    Allah rahmet eylesin… Mesela bir Din Bilgisi hocamız vardı. Kadir Hocam. Dört dörtlük bir din adamı ve öğretmeniydi. Konu Alevilik olduğunda evde, mahallede duyduklarını sorgu sual etmeden soran arkadaşları azarlar; “Yok öyle bir şey! Bunlar hep uydurmadır çocuklar! Aleviler ve Sünniler kardeştir. Bu uydurmalar, bu kardeşliğe nifak sokmak için söylenir” şeklinde cevap verirdi Kadir Hoca ve sonra da Alevilikle alakalı çok güzel hikayeler anlatırdı.

    Böyle olunca da tabii ben mutlu oluyordum. Çünkü Kadir Hoca şahane, çok saygı duyulan bir din alimiydi ve Aleviliği arkadaşlarımın ondan öğrenmesi bilhassa beni memnun ediyordu.

    O nedenle çok iyi anlıyorum Arnavutköy’de o ortaokul öğrencisinin duygularını, hissettiklerini…

    Eminim öğretmeninden; “Alevilerin yaptığı yemek yenmez!” laflarını duyduğunda her yanını ateş basmıştır.

    Öfkesi tavana vurmuş ve öğretmene herhangi bir harekette bulunmamak için de bütün dişlerini sıkıp, ellerini sıkı sıkıya yumruk yapmıştır yavrucak.

    Ve bir an evvel zil çalsın da, bitsin o lanet anlar ve evine gitsin diye sabır çekmiştir içinden.

    Nitekim öyle de olmuş.

    Okul biter bitmez eve gelip hıçkırıklarla anlatmış annesine konuyu.

    Neyse ki söz konusu okulun idaresi konuya hemen müdahale etmiş ve sözleşmeli olan öğretmenin görevini derhal sonlandırmış. Ama burada bir şey diyeceğim…

    Peki o sınıfta o Alevi çocuk olmasaydı ne olacaktı?

    Kim, nasıl farkına varacaktı o din dersine giren vatandaşın zır cahil biri olduğuna!

    Elbette ki hiç kimse!

    Ve maalesef o cahil insan kendisine okutulan kitaplardaki Aleviliği değil, anasının, babasının, ebesinin, dedesinin anlattığı hurafe hikayelerden duyduklarıyla Aleviliği öğrencilere anlatmaya devam edecekti.

    Ve ne yazık ki bir nesil daha bu topraklar üzerinde yaşayan milyonlarca Aleviye önyargıyla, nefretle, öfkeyle büyümeye devam edecekti.

    Haksız mıyım?

    ***

    Doktorları kızdırmışım…

    İnsanlar bir garip…

    Koca bir yalan var ortada ve istiyorlar ki siz de ötesini berisini sorgulamadan filan o yalanın peşinden dümdüz gidin!

    Geçen Cuma, Kocaeli’nde intihar eden İsmail Devrim’in hikayesini farklı bir bakış açısıyla ele aldım.

    Devrim’i intihara sürükleyen meselenin oğluna sadece okul pantolonu alamamaktan kaynaklı olduğunu düşünmediğimi yazdım. Ve merhumu hayatına son verdiren o karara eskilerden gelen derin bir psikolojik rahatsızlığının sebep olduğunu söyledim.

    Ve her zamanki gibi iktidara muhalif grupların hışmına uğradım.

    Hakaret edenleri geçiyorum artık, aklı başında saydığım bazı dostlarım, arkadaşlarım bile bu meseleye bakış açımda niyetimin tamamen iktidara güzelleme yapmak olduğunu söylediler.

    Efendim ülkede derin bir ekonomik kriz varmış ve İsmail Devrim’i bu intihara sürükleyen de bu derin ekonomik krizmiş. Ben Devrim’in oğluna pantolon alamadığı için intihar ettiği iddialarına karşı çıkarak bu ekonomik krizi örtbas etmeye çalışıyormuşum.

    Yazımın hiçbir yerinde ülke ekonomisine dair tek bir cümle kurmamışım.

    “Ülkede her şey yolunda, ortam güllük gülistanlık” dememişim.

    Demişim ki; “İsmail Devrim ekonomik bir buhran geçirdiği için değil, bir buçuk yıl önce geçirdiği iş kazası sonrası yaşadığı ‘Ben bittim, tükendim, benden hiçbir şey olmaz’ travmasının tedavi edilmemiş olması nedeniyle intihar etti!”

    Kıyamet koparttılar ama mühim değil. Umurumda da değil. Çünkü ben olayın hala böyle olduğuna inanıyorum ve kim ne derse desin buna da inanmaya devam edeceğim.

    Bu arada farkında olmadan doktorları incitmişim. Yazımın yayınlandığı gün bir arkadaşım Kadıköy’deki Medicana Hastanesi’nde operasyon geçirdi. Refakatçı bendim ve dolayısıyla da iki gün boyunca doktorlarla oturdum, kalktım. Çok sağolsunlar, arkadaşıma çok güzel baktılar ve onunla şahane ilgilendiler ama arada derede; “Aşk olsun Sevilay Hanım. Bu memlekette ne olsa getirip doktorların başına yıkıyorsunuz!” deyip ikide bir laf sokuşturup durdular bendenize.

    Tabii espriyle söylediler diye çok aldırış etmemiştim açıkçası serzenişlerine ama dün bir de Cerrahpaşa Üniversitesi Üroloji Bölüm Başkanı Profesör İsmet Nane tarafından aranıp; “Doktorlar İsmail Devrim’i geçirdiği iş kazası sonrası ruhsal sorun yaşayabileceğini de öngörüp ona göre hareket etmeliydi!” cümlelerim üzerine fırçalanınca olayın bayağı bir ciddiye alındığını anladım.

    Doğruya doğru, o kaza sonrası verilen raporu görmedim. Belki gerçekten de İsmet Hoca’mın dediği gibi İsmail Devrim’in psikolojisi de dikkate alınmıştır ve bu konuda da gereken tedavi önerilmiştir doktorlar tarafından.

    Bu konuda itiraz etmeyeceğim. Zira yazıyı yazmadan önce merhumun eşine ulaşıp sormak istedim konuyu ama ulaşamadım.

    Ancak benim zaten asıl amacım orada doktorları suçlamak değildi. İsmail Devrim’in yaşadığı ruhsal sorunların eskiye dayalı ve köklü olduğuna dikkat çekmekti.

    Hala da aynı noktadayım.

    Söz veriyorum öğreneceğim bir psikiyatrik tedavi görüp görmediğini ama yine söylüyorum.

    O intiharın sebebi pantolon filan değil!

    Mesele bazılarının görmek istememesine rağmen pantolondan çok daha büyük ve derin!