Kategori: Magazin

  • GEÇ KALINAN HER SÜRE ÖLÜM RİSKİNİ KATLIYOR! BU BELİRTİLER KARACİĞER METASTAZININ İŞARETİ OLABİLİR

    GEÇ KALINAN HER SÜRE ÖLÜM RİSKİNİ KATLIYOR! BU BELİRTİLER KARACİĞER METASTAZININ İŞARETİ OLABİLİR

    Kansere karşı öz farkındalık oluşturmanın hastalığı yenmede en önemli ilk adım olduğunu belirten Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Ali Kağan Gökakın, çok sayıda kanser türünün ileriki evre belirtilerinden olan karaciğer metastazı hakkında bilgi verdi. “Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre habis tümör veya ur olarak da bilinen kanser vakalarının günümüzdeki oranları sabit kalsa dahi nüfus artışıyla birlikte 2040 yılına kadar dünya çapında yılda 28 milyon yeni vaka görüleceği tahmin ediliyor.” diyen Prof. Dr. Gökakın, “Bu rakam en sık ölüm nedenlerinden olan kanser vakalarında yüzde 54,9’luk bir artışın yaşanılmasının beklendiğini gözler önüne seriyor. Bu oran aslında sürekli vurguladığımız kanserle mücadelede oluşturmamız gereken öz farkındalığın ne kadar elzem olduğunu da bizlere gösteriyor.” açıklamasında bulundu.

    “ERKEN TEŞHİS VE ETKİLİ TEDAVİYLE ÖLÜM ORANI YÜZDE 50’YE KADAR ÖNLENEBİLİYOR”

    Erken teşhis ile kanser kaynaklı ölümlerin yüzde 50’ye varan bir oranda önlenebildiğinin altını çizen Prof. Dr. Ali Kağan Gökakın, “Kanserin en çok görülen türleri erkeklerde akciğer, prostat, kolorektal, mide ve karaciğer; kadınlarda ise meme, kolorektal, akciğer, rahim ağzı ve tiroit olarak bilinmektedir. Hastalığa yönelik farkındalığı ise ne yazık ki tam anlamıyla oluşturabildiğimizi söyleyemeyiz. Her yıl dünya genelinde önemli oranda hasta doktora geç başvurduğu için erken teşhiste geç kalıyor ve zorlu bir tedavi süreciyle karşı karşıya kalıyor. Kanser kaynaklı ölümlerin yüzde 30 ila yüzde 50’sinin erken teşhis ve etkili tedaviyle önlenebileceğini ise unutmamak gerekiyor.” şeklinde konuştu.

    “ERKEN TEŞHİSTE GEÇ KALINAN HASTALARDA KARACİĞER METASTAZI GÖRÜLEBİLİR”

    Erken teşhiste geç kalınan hastalarda karaciğer metastazı gibi ciddi komplikasyonlar görülebildiğini söyleyen Prof. Dr. Gökakın, “Karaciğer metastazı, kanser hücrelerinin örneğin meme, akciğer, kolon, pankreas başka bir organdan karaciğere yayılması durumudur. Karaciğer, vücuttaki en yaygın metastatik organlardan biridir çünkü kan yoluyla diğer organlara kolayca seyahat eden kanser hücrelerini filtreleyerek temizler. Bu nedenle, kanser hücrelerinin kan yoluyla karaciğere yayılma olasılığı daha yüksektir. Kan akımı hızlı olan hastalarda karaciğer metastazı riski artabilir.” uyarısında bulundu.

    “KARACİĞER METASTAZI BAŞKA BİR KANSER TÜRÜNÜN İLERİKİ EVRESİNİ GÖSTERİR”

    Karaciğer metastazının başka bir kanser hastalığının ileriki evresinin belirtisi olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Gökakın, “Karaciğer metastazı genellikle başka bir kanser türünün ileri evresini gösterir. Kanser hücreleri karaciğere ulaştığında, burada yeni tümörler oluşturarak çoğalabilirler. Karaciğer metastazı belirtileri, karaciğerdeki tümörlerin büyüklüğüne, sayısına ve yayılımına bağlı olarak değişebilir. Karın ağrısı ve şişkinlik, iştah kaybı ve kilo kaybı, bulantı ve kusma, yorgunluk ve halsizlik, sarılık, cilt ve gözlerde sararma, karaciğer fonksiyonlarında bozukluklar ve kaşıntı karaciğer metastazı belirtileri arasında sayılabilir.” dedi.

    KARACİĞER METASTAZINDA RİSK GRUPLARI NELERDİR?

    Karaciğer metastazı risk gruplarının, metastazın kaynağı olan kanserin özelliklerine ve karaciğer metastazının yaygınlığına dayanarak belirlenebileceğini belirten Prof. Dr. Gökakın, “Bazı kanser türleri diğerlerine göre daha agresif olabilir ve daha hızlı metastaz yapabilir. Örneğin, akciğer, pankreas ve safra kesesi kanseri gibi bazı kanser türleri karaciğer metastazına yatkın olabilir. Kanser hücreleri, ilk olarak lenf yollarını kullanarak yayılabilir. Lenf nodu tutulumu olan kanserler, metastaz riskini artırır. Eğer lenf düğümlerinde kanser hücreleri bulunursa, bu hücreler kan dolaşımı yoluyla karaciğere yayılabilir. İleri evre kanserli hastalarda, kanser hücreleri vücudun farklı bölgelerine yayılmış olabilir ve bu da karaciğer metastazı riskini artırır. Karaciğer metastazı riski, daha büyük tümörlerin varlığında artabilir. Büyük tümörlerin, kan dolaşımı veya lenfatik sistem aracılığıyla karaciğere yayılma olasılığı daha yüksektir. Bu risk grupları, genel bir bakış sağlamakla birlikte, her hasta için farklı olabilir. Karaciğer metastazı riskini değerlendirmek ve uygun tedavi planını belirlemek için bir sağlık uzmanıyla görüşmek önemlidir.” diyerek sağlık uzmanının, kanser türünü, evresini, hastalık yayılımını ve diğer bireysel faktörleri değerlendirerek hastaya özgü bir risk profili oluşturacağını söyledi.

    “İLERİKİ EVREDE TEŞHİS EDİLİRSE TEDAVİ SEÇENEKLERİ SINIRLI OLABİLİR”

    Karaciğer metastazının tedavi sürecine de değinen Prof. Dr. Ali Kağan Gökakın, “Tedavi seçenekleri arasında cerrahi müdahale, kemoterapi, radyoterapi, ablasyon (tümörleri dondurma veya yakma) ve embolizasyon (tümör beslenmesini kesme) yer alabilir. Bazı durumlarda, karaciğer nakli de bir seçenek olabilir. Tedavinin başarısı, kanserin evresine, metastaz sayısına, tümörlerin büyüklüğüne ve hastanın genel sağlık durumuna bağlıdır. Bazı durumlarda, karaciğer metastazı tedavi edilebilir ve remisyon (hastalığın belirtilerinin ortadan kalkması) sağlanabilir. Ancak, karaciğer metastazının ileri evrede teşhis edilmesi durumunda tedavi seçenekleri sınırlı olabilir.” ifadelerini kullandı.

    KARACİĞER METASTAZI OLAN HASTALARDA YAŞAM SÜRESİ

    Karaciğer metastazı olan hastalarda yaşam süresinin ne kadar olduğunun en sık sorulan sorulardan olduğunu söyleyen Prof. Dr. Gökakın, “Kanseri yenmede en önemli silahımız moral ve savaşma azmidir. Hastalarımızın her ne evrede olursa olsun savaşmaktan vazgeçmemeleri gerekir. Karaciğer metastazı olan hastaların yaşam süresi, yukarıdaki faktörlerin kombinasyonu ve diğer bireysel faktörlere bağlı olarak büyük ölçüde değişebilir. Bazı hastalar yıllarca yaşayabilirken, diğerleri daha kısa sürede hayatını kaybedebilir. Önemli olan, bireysel durumunuza dayalı olarak sağlık uzmanınızla konuşmak ve size özgü bir prognoz ve tedavi planı oluşturmak için iş birliği yapmaktır. Karaciğer metastazı olan hastaların yaşam süresi, birçok faktöre bağlı olarak değişir ve genel bir tahmin yapmak zordur. Kanserin türü, metastaz yayılımı, hastanın genel sağlık durumu, uygulanan tedaviye yanıt yaşam süresini etkileyen başlıca faktörlerdir. Bazı durumlarda, karaciğer metastazı olan hastalar için cerrahi müdahale, radyoterapi veya kemoterapinin yanı sıra ek tedavi seçenekleri de mevcuttur. Bu seçeneklerin kullanılabilirliği ve etkinliği, yaşam süresini etkileyebilir.” şeklinde konuştu.

    KARACİĞER METASTAZINDA CERRAHİ TEDAVİ SÜRECİ

    Karaciğer metastazının cerrahi tedavisine de değinen Prof. Dr. Ali Kağan Gökakın açıklamasının devamında şu ifadelere yer verdi:

    “Karaciğer metastazının cerrahi tedavisi, metastazların mümkün olan en iyi şekilde çıkarılmasını içerir. Cerrahi müdahale sırasında, metastazlarla birlikte sağlam karaciğer dokusunun korunması önemlidir. Bazen, karaciğerin bir bölümünün çıkarılması gerekebilir (bölgesel rezeksiyon) veya daha geniş bir cerrahi müdahale (lobektomi veya hepatik rezeksiyon) gerekebilir.

    Cerrahi öncesi değerlendirme aşamasında, hastanın genel sağlık durumu, karaciğer fonksiyonları ve metastazların yayılımı değerlendirilir. Kan testleri, görüntüleme yöntemleri (ultrason, manyetik rezonans görüntüleme, bilgisayarlı tomografi) ve bazen karaciğer biyopsisi kullanılabilir.

    Cerrahi müdahaleden sonra, hastalar genellikle hastanede izlenir ve cerrahi bölgedeki iyileşmeyi takip etmek için düzenli kontroller yapılır. Bazı durumlarda, cerrahi sonrası kemoterapi veya radyoterapi gibi ek tedaviler önerilebilir.

    Cerrahi müdahalenin riskleri ve yan etkileri arasında enfeksiyon, kanama, anestezi komplikasyonları, karaciğer fonksiyonlarında geçici veya kalıcı bozukluklar ve cerrahi yara iyileşmesi sorunları bulunabilir. Bu riskler, hastanın genel sağlık durumu ve cerrahiye bağlı olarak değişebilir.

    “CERRAHİ MÜDAHALE HER HASTAYA UYGULANAMAYABİLİR”

    Cerrahi müdahale her hastaya uygulanamayabilir. Metastazların yayılımı, karaciğerin genel fonksiyonları, hastanın genel sağlık durumu ve diğer faktörler dikkate alınarak cerrahiye uygunluk değerlendirilir. Cerrahi müdahaleye uygun olmayan hastalar için radyoterapi, kemoterapi, ablasyon veya embolizasyon gibi alternatif tedavi seçenekleri düşünülebilir.”

  • Göz Hastalıkları Uzmanı, Pterjium Hastalığı ve Kalıcı Görme Bozuklukları Hakkında Uyarıyor

    Göz Hastalıkları Uzmanı, Pterjium Hastalığı ve Kalıcı Görme Bozuklukları Hakkında Uyarıyor

    Kalıcı görme bozuklukları ile sonuçlanabilecek hastalık hakkında açıklamada bulunan Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, “Açık havada güneşin ultraviyole ışınlarına ve tozlu-kuru ortamlara maruz kalan kişilerde pterjium hastalığı daha sık görülmektedir. Pterjium, gözün doğal görünümünü de bozabilir.” şeklinde konuştu.

    Pterjium hastalığının, halk arasında kuş kanadı, göz bebeğinde et yürümesi veya gözde et büyümesi isimleriyle de bilindiğini hatırlatan Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, “Gözümüzün beyaz kısmı, ince bir zar tabakasıyla kaplıdır. Normalde bu tabaka çıplak gözle görülemeyecek kadar incedir. Ancak göz travması, mikrobik enfeksiyon, alerjik reaksiyon gibi durumlarda damarlar genişleyerek gözde kızarıklık oluşturur. Bu ince zar tabakası, konjonktiva adı verilen bir doku olup gözün saydam kısmını örter. Bu tabakaya ait damar ve bağ dokusunun anormal bir şekilde kalınlaşarak kornea üzerine ilerlemesiyle hastalık oluşmaktadır. Bu hastalık, kornea tabakasına zarar vererek kalıcı görme bozukluklarına neden olabilir.” dedi.

    “GÖZÜN DOĞAL GÖRÜNÜMÜNÜ BOZABİLİR”

    Açık havada güneşin ultraviyole ışınlarına ve tozlu-kuru ortamlara maruz kalan kişilerde pterjium hastalığının daha sık görüldüğünü dile getiren Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, “Kronik kirpik iltihabı (blefarit) ve göz kuruluğu olan kişilerde de pterjium sıklıkla ortaya çıkar. Pterjium her iki gözde de görülebilir, ancak bulaşıcı bir hastalık değildir. Pterjium, travma veya genetik faktörlerden de kaynaklanabilir ve gözde şiddetli kızarıklık ve batmaya yol açabilir. Göz kapakları bu zara sürtünme etkisi yapabilir veya kuruma ve tahrişe neden olarak şiddetli kızarıklık ve batmaya yol açabilir. Pterjium, gözün doğal görünümünü de bozabilir.” açıklamasında bulundu.

    “HAFİF VEYA ŞİDDETLİ RAHATSIZLIK BELİRTİLERİ GÖSTEREBİLİR”

    Pterjium hastalığının hafif veya şiddetli rahatsızlık belirtileri gösterebileceğini söyleyen Prof. Dr. Göçgil, “Kızarıklık ve iltihaplanma, özellikle pterjiumun büyüdüğü durumlarda görülür. Bulanık görme ve kuruluk hissi, kaşıntı, yanma ve batma hissi, gözde yabancı cisim hissi, göz yaşarması gibi problemler hastalığın belirtileri arasında sayılabilir. Birçok vakada tedavi gerekmeyebilir. Ancak hastalıklı bölge kızarıyorsa ve yanma veya batma hissi mevcutsa, göz damlaları ve merhemlerle rahatlama sağlanabilir. Erken evrelerde güneş gözlüğü kullanımı, çevresel etkenlerden korunma ve suni gözyaşı damlaları gibi yöntemlerle de gözlerde rahatlama sağlanabilir.” şeklinde konuştu.

    DAMLA TEDAVİSİ BAŞVURULAN İLK YÖNTEM

    “Pterjium için damla tedavisi, hastaların ve hekimlerin hastalığın ilerlemesini durdurmak için başvurdukları ilk yöntemdir.” açıklamasında bulunan Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, “Göz yüzeyinin kurumasını önlemek ve iltihaplanma ataklarını damla tedavisiyle kontrol altına almak, hastalığın ilerlemesini yavaşlatır. UV korumalı güneş gözlüklerinin kullanımı da pterjiumun ilerlemesini azaltır. Pterjium, bazı kişilerde göz yaşının azalmasıyla birlikte sık sık kızarır, kanlanır ve iltihaplanabilir.” diyerek kullanılan damla tedavisi veya ilaç enjeksiyonları kızarıklığı hafifletebileceğini ancak kanat şeklindeki kitle görüntüsünü ortadan kaldırmayacağını da sözlerine ekledi.

    İLERİKİ EVRELERDE DÜZELTİLEMEYEN GÖRME PROBLEMLERİNE YOL AÇABİLİYOR

    Hastalığın ilerlemesi durumunda cerrahi tedavinin gerekli olduğunun altını çizen Prof. Dr. Göçgil, açıklamasının devamında şu ifadeleri kullandı:

    “Pterjium hastalığının ilerlemesi sebebiyle göz dokularında hasar meydana gelebilir. Gözün kornea tabakasında oluşan bozukluklar sebebiyle gözlük ile düzeltilemeyen astigmatizma gibi görme bozuklukları ortaya çıkabilir. Pterjium, korneaya ilerleyerek görme yeteneğini tehdit edecek düzeyde veya hastayı kozmetik olarak rahatsız edecek şekilde ilerlediğinde cerrahi operasyonla tedavi edilir. Pterjium hastalığı olan kişilerin durumu ciddiye alması ve göz doktoru tarafından takip edilmesi önemlidir.

    Pterjium hastalarının cerrahi tedaviye başvurma sebeplerini genel olarak, tozlu ve güneşli ortamlarda sık sık gözde kızarıklık ve yanma hissi oluşması, pterjium nedeniyle ileri düzeyde astigmatizma oluşması, pterjiumun kornea merkezine doğru ilerlemesi eğilimi göstermesi, pterjiumun hastayı kozmetik olarak rahatsız etmesi olarak sıralayabiliriz.

    Pterjium tedavisinde önemli olan nokta, cerrahi müdahale ile kalıcı ve geri dönüşü olmayan astigmatik etki veya görme ekseni üzerinde pterjiumun bulunması gibi etkilerin önlenmesidir. Cerrahi tedavi ile pterjium tedavi edilebilir ve göz sağlığına zarar vermeden durdurulabilir. Cerrahi tedavide fazla dokular temizlenir ve bölgeye doku nakli yapılarak hastalığın tekrarlama riski azaltılır. Bu yöntemler, pterjium hastalığının ilerlemesini durdurmak ve göz sağlığını korumak için önemlidir.

    AMELİYAT SONRASI TEKRARLAMA RİSKİ YÜKSEK

    Pterjium ameliyatı, hastalığın tekrarlama riskinin yüksek olması ve daha ciddi bir şekilde geri dönme olasılığı nedeniyle önemlidir. Cerrahi sonrası nüks ve komplikasyon riskini azaltmak ve hızlı ve konforlu bir iyileşme süreci sağlamak için, farklı cerrahi teknikler mevcuttur. Ameliyattan sonra yine gözü kuruluktan, enflamasyondan ve ultraviyole ışınlardan korumak gereklidir.

  • ZAYIFLAMAK İSTERKEN BU HATAYA DÜŞMEYİN! UZMAN KONTROLÜ OLMADAN KADINLARDA DOĞURGANLIĞI BİLE OLUMSUZ ETKİLİYOR

    ZAYIFLAMAK İSTERKEN BU HATAYA DÜŞMEYİN! UZMAN KONTROLÜ OLMADAN KADINLARDA DOĞURGANLIĞI BİLE OLUMSUZ ETKİLİYOR

    Modelin kilo vermek dışında çok sayıda hastalığı önlemede de önemli bir yöntem olduğunu belirten Feride Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, yöntemin bir uzman eşliğinde uygulanması gerektiğinin altını çizerek, “Aralıklı oruç diyeti, doğru bir şekilde uygulanmazsa kadınlarda bazı hormonal dengesizliklere sebep olabilir.” diyerek uzman kontrolünde uygulanmayan bu yöntemin kadınlarda doğurganlığa varana kadar olumsuz etkilere yol açabileceği uyarısında bulundu.

    Aralıklı oruç uygulamasının birkaç farklı metodu bulunduğunu dile getiren Feride Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, “Aralıklı oruç uygulayan bireyler sadece belirli zamanlarda yiyecek alımını izler. Yeme aralığı dışında kalan oruç aralığında genellikle bireyler hiçbir şey tüketmez veya şekersiz sade içecekler tüketirler, böylece yiyecek ve içecek seçiminde zorlanmazlar aynı zamanda sürekli yemek ve öğün planlamasından uzaklaşmış olurlar. Genellikle uygulanan aralıklı oruç türleri 16:8, 5:2 veya ‘ye/dur/ye’ olmak üzere 3 tanedir. 16:8 yöntemi birçoğumuzun bildiği 8 saat yeme aralığı bırakılan ve 16 saat oruç (açlık) halidir. Yaygın olarak uygulanmaktadır. 5:2 metodunda iste 5 gün normal beslenme 2 gün çok kısıtlı kalori tüketimi gerçekleştirilir. Kısıtlı kalori alımının üst üste 2 gün uygulanmaması gerekmektedir. ‘ye/dur/ye’ metodunda haftada 1 veya 2 kez 24 saatlik oruç tutulmaktadır.” dedi.

    “KİLO KONTROLÜNÜN DIŞINDA VÜCUDA BİRDEN FAZLA ETKİSİ VAR”

    Yöntem uygulanmaya başlandıktan sonra metabolizmadaki etkilerin kısa süre içerisinde ortaya çıktığını belirten Uzm. Dyt. Başak Satar, “Aralıklı oruç uygulayan bireylerde uzun süreli açlık durumunda karaciğerde glikojen depoları tükenmiş ve yağ dokusunda yağ yakımı hızlanarak serbest yağ asidi (FFA) ve gliserol miktarı artar. Bu metabolik değişim yani yağ yakımının başlaması; kişinin açlık durumunda karaciğer glikojen depoları içeriğine ve harcadığı enerji/egzersiz durumuna bağlı olarak gıda alımı durduktan 12 ile 36 saat sonra ortaya çıkar. Aralıklı orucun kilo kontrolünün sağlanmasının dışında vücuda birden fazla etkisi bulunmaktadır.” şeklinde konuştu.

    VÜCUDU HEM KANSERDEN KORUYOR HEM DE KANSER TEDAVİSİNE DE YARDIMCI OLUYOR

    Aralıklı orucun vücudu kanser riskinden korumakla birlikte kanser tedavisinde tümör hücreleri üzerinde tedavinin etkisini de artırdığını vurgulayan Uzm. Dyt. Başak Satar, “Aralıklı oruç diyabeti önleme ve moleküler bazda insülinin kas, karaciğer ve muhtemelen nöronlar dahil diğer hücre tipleri tarafından glukoz alımını daha kolay olması için insülin alıcı sinyalinin duyarlılığını artırarak sağlamaktadır. Diyet kısıtlaması ve oruç, azalmış kan glukozu seviyeleri, enerji metabolizması, hücre büyümesini etkileyen stres direnci yolları ve oksitadif stres, inflamasyon ve hücre ölümüne karşı koruyucu yolların aktivasyonunu etkilemektedir. Besin açlığı, karaciğer ve kas gibi organlarda ve kültürlenmiş hücrelerin çoğunda stresli koşullara adaptif bir mekanizma olarak otofajiyi aktive eder. Aralıklı açlığın bunun dışında sağlıklı hücreleri antikanser ajanların toksisitesinden koruduğu, hastalar üzerindeki kötü etkileri azalttığı ve kemoterapi, radyoterapi gibi tedavilerin tümör hücreleri üzerindeki etkisini arttırdığı belirlenmiştir.” açıklamasında bulundu.

    DİYABETLE MÜCADELEDE DE ETKİLİ BİR YÖNTEM

    Günümüzde en yaygın sağlık sorunlarından olan diyabetle mücadelede de aralıklı açlığın etkili bir yöntem olduğunu savunan Uzm. Dyt. Başak Satar, “İnsülin kan şekeri seviyesine bağlı olarak değişen miktarlarda ve sıklıkta salgılanır. Açlık sırasında insülin salımı devam eder, ancak salınan hormon miktarı düşük glisemi seviyelerinden dolayı daha azdır. İnsülin direncinin enerji kısıtlamasıyla iyileştiği uzun süredir bilinmektedir. Açlık döneminden sonra insülin duyarlılığı artar ve insülin seviyeleri düşer. Açlık ve yemek sonrası glikoz seviyelerinde iyileşme sağlanır. Aralıklı açlık diyabet veya ilişkili komplikasyonları için risk faktörlerini azaltmada etkilidir.” diyerek yapılan bir çalışmada diyabetli ve prediyabetli bireylerin aralıklı oruç beslenme modeliyle Hb1Ac seviyelerinde düşüş ve kilo kaybı görüldüğünü söyledi.

    Bedenimizdeki tüm hormon üretimini, organların çalışma düzenini, kan akışını ve zihinsel dengeyi sağlayan sirkadiyen ritmin düzenlenmesinde de aralıklı açlığın önemli bir fayda sağladığını söyleyen Uzm. Dyt. Başak Satar, “Aralıklı açlığın, sağlığı etkileme mekanizmalarından bir diğeri ise sirkadiyen ritim üzerindeki etkileri ile metabolik regülasyonu sağlamasıdır. Normal beslenme saatleri dışında, özellikle gece geç saatlerde yemek yemenin, sirkadiyen ritmi bozarak enerji dengesini etkilediği, böylece obezite, diyabet ve kardiyovasküler hastalıkların gelişimine neden olmaktadır. Aralıklı açlık, aynı zamanda bağırsak mikrobiyal kompozisyonunu etkileyerek, sağlığı koruyucu etki göstermektedir.” ifadelerini kullandı.

    “ARALIKLI ORUÇ DİYETİ UZMAN EŞLİĞİNDE YAPILMALI”

    Her beslenme düzeninin kişiye özel ve farklı olması gerektiği uyarısında bulunan Feride Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, aralıklı oruç yönteminin planlanması ve uzman kontrolü olmadan bu yöntemin uygulanması durumda ortaya çıkabilecek olası zararlar hakkında ise şu şekilde konuştu:

    “Yaş, cinsiyet, boy, fiziksel aktivite düzeyi gibi birçok özellik kişiye bağlı değişir. Bu yüzden herkes, kendi yaşam düzenine rahatlıkla uyumlandırabileceği aralıklı oruç çeşidini seçerek kendine özel planlamalıdır. Sağlık bir diyet programı; ulaşılabilir, sürdürülebilir ve hayatımıza uyarlanabilir olmalıdır.

    Intermittent fasting diyeti kişinin kendi başına ve kararıyla uygulayabileceği bir diyet türü değildir. Aralıklı oruç yapmak isteyen bireylerin diyeti bir beslenme uzmanı eşliğinde, kontrollü bir şekilde, kişiye özel planlanmalıdır.

    YAŞAM TARZINA EN UYGUN OLANI SEÇİLMELİ

    Intermittent Fasting diyetinin birkaç çeşidi bulunur. Bunlardan yaşam tarzınıza en uygun olanı seçmeniz faydalı olur. Aralıklı oruç diyeti birkaç farklı şekilde yapılır. Yaygın olarak uygulanan üç yöntemi vardır. Her üçünün de temel mantığı aynı şekilde kurgulanmıştır. Diyet süresince yeme saatlerine ilişkin kurallar konulmuştur ve aç kalma aralıklarına aksatmadan uyulması gerekir. Oruç saatlerinde hiçbir şekilde vücuda hiçbir besin girmemelidir.

    KONTROLSÜZ YAPILAN ARALIKLI ORUÇ DİYENİNİN OLASI ZARARLARI

    Uygun bir şekilde planlanmayan aralıklı oruç diyetleri yaşa, sağlık durumuna ve yaşam tarzına bağlı olarak olumsuz etkilere neden olabilir. Belirlenen günlerde yetersiz enerji alımı; konsantrasyonda azalmaya, ruh durumunun olumsuz etkilenmesine ve yorgunluğa sebep olabilir.

    KADINLARDA DOĞURGANLIĞI ETKİLEYEBİLİR

    Aralıklı oruç diyeti, doğru bir şekilde uygulanmazsa kadınlarda bazı hormonal dengesizliklere sebep olabilir. Yapılmış bazı hayvan çalışmaları; dişi bireylerde uzun süre uygulanan aralıklı oruç diyetinde hormonal denge üzerinde olumsuz etkileri olduğunu ve doğurganlıkla ilgili bir takım sorunlara neden olabildiğini gösterilmiştir. Intermittent Fasting aynı zamanda anoreksia, bulimia ve tıkınırcasına yeme gibi bazı yeme bozukluklarına da sebep olabilmektedir.”

  • Ducray Ürünleri: Cilt ve Saç Sağlığı için Üstün Kaliteli Çözümler

    Ducray Ürünleri: Cilt ve Saç Sağlığı için Üstün Kaliteli Çözümler

    Ducray’ın Olağanüstü Hikayesi

    Ducray, 1930’lu yıllarda, eczacı Albert Ducray tarafından kurulmuştur. Albert Ducray, dönemin sabun bazlı şampuanlarına alternatif olarak, daha etkili ve cilde dost ürünler geliştirmeyi hedeflemiştir. Bu çabaları sonucunda, Ducray markası doğmuş ve günümüzde cilt ve saç bakımında dünya çapında lider bir konuma gelmiştir.

    Ducray Ürünleri: Cilt Bakımı

    Ducray, hassas, kuru, yağlı, karma ve hatta problemli ciltler için özel formülasyonlar sunmaktadır. Ducray ürünleri, cildinizi nazikçe temizler, nemlendirir ve cildin doğal denge ve esnekliğini korumaya yardımcı olur.

    Ducray Ürünleri: Saç Bakımı

    Saç bakımında Ducray, kepekten saç dökülmesine, saç derisi sorunlarından saçın genel sağlığına kadar bir dizi konuda çözüm sunmaktadır. Ducray saç bakım ürünleri, saçınızı ve saç derinizi besler, güçlendirir ve canlandırır.

    Ducray Ürünlerinin Özgün Formülasyonları

    Ducray ürünleri, dermatolojik ve tricholojik (saç ve saç derisi bilimi) araştırmaların sonucunda geliştirilmiştir. Bu ürünler, cilt ve saç sağlığınızı desteklemek için doğal ve etkin bileşenlerle zenginleştirilmiştir.

    Ducray Ürünlerinin Etkinliği ve Güvenilirliği

    Ducray, ürünlerinin etkinliğini ve güvenliğini sağlamak için sıkı kalite kontrol prosedürlerine sahiptir. Ürünler, cilt ve saç sağlığınızı desteklemek için titizlikle test edilmiş ve belgelendirilmiştir.

    Ducray Ürünlerini Nereden Satın Alabilirsiniz?

    Ducray ürünleri, https://www.dermokozmetik.com/ducray bu adresten satın alabilirsiniz. Türkiye’nin en güvenilir ve en iyi Dermokozmetik sitesi.

    Ducray Ürünlerinin Kullanımı

    Ducray’ın geniş ürün yelpazesinde, her tür cilt ve saç tipine uygun bir ürün bulabilirsiniz. Ürünlerinizi kullanırken, her zaman kullanma talimatlarını dikkatlice okuyunuz ve ürünün tam etkinliği için önerilen kullanım sıklığına uygun hareket ediniz.

    Ducray: Sürdürülebilir Bir Marka

    Ducray, sadece ürünlerinin kalitesine değil, aynı zamanda sürdürülebilirlik konularına da büyük önem verir. Marka, hem üretim süreçlerinde hem de ürünlerinin paketlenmesinde çevreyi koruma çabalarını sürdürmektedir.

    Ducray Ürünlerinin Yan Etkileri ve Güvenliği

    Ducray ürünleri, dermatolojik olarak test edilmiş ve genellikle ciltte tahrişe veya alerjiye neden olmazlar. Ancak, herhangi bir cilt bakım ürünü gibi, Ducray ürünlerini kullanmadan önce bileşenlerine karşı herhangi bir alerjiniz olup olmadığını kontrol etmeniz önemlidir.

    Ducray Ürünlerinin Fiyatları

    Ducray ürünleri, kalitelerine göre oldukça makul fiyatlara sahip olup, geniş bir fiyat aralığında mevcuttur. Bu, her bütçeye uygun ürünler bulabileceğiniz anlamına gelir.

  • Merve İpek ve Fırat Oruç, 2 bin kişinin katıldığı görkemli düğünle evlendi

    Merve İpek ve Fırat Oruç, 2 bin kişinin katıldığı görkemli düğünle evlendi

    Merve İpek ile Fırat Oruç, Pullman Otel’de 2 bin kişinin katıldığı görkemli bir düğün ile dünya evine girdi. Düğünde ünlü sanatçı Ceylan sahne alırken söylediği şarkılar ile davetlileri coşturdu. Çift balayı için dünya turuna çıktılar.

  • Yaz Aylarında Güneşin Zararlı Etkilerine Karşı Korunmanın Önemi

    Yaz Aylarında Güneşin Zararlı Etkilerine Karşı Korunmanın Önemi

    Güneş ışınlarının gözler üzerinde olumsuz etkileri bulunduğunu belirten Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, uzun süre güneşten gelen ultraviyole ışınlarına maruz kalmanın gözde katarakt, yaşa bağlı makula dejenerasyonu, pterjiyum gibi ciddi hastalıklara neden olabileceği konusunda uyardı. UV ışınlarının canlı dokular için son derece zararlı olduğu belirten Prof. Dr. Göçgil, “Aşırı UV ışığına maruz kalan gözlerde, göz etrafındaki deri ve göz kapakları ile göz içi dokularda kanser gelişme riski artar.” açıklamasında bulundu.

    UV ışınları, güneşten gelen zararlı kızıl ve morötesi ışınlar olarak bilinir. Bu ışınların dalga boyu, yaz mevsimi ve öğle saatlerinde daha yüksektir. UV ışınlarına her mevsim ve günün her saatinde maruz kalırız. Maruz kalma süresi ve korunma düzeyi, UV ışınlarının etkisini belirlemede önemli bir faktördür.

    “ZARARLI ETKİLERİ KLİNİK OLARAK KANITLANDI”

    Uzun süre güneş ışınlarına maruz kalmanın göz kapakları, kornea ve göz merceği üzerinde zararlı etkileri klinik olarak kanıtlandığını söyleyen Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, “Kısa süreli UV radyasyonu, kornea iltihabına (fotokeratit) yol açabilir. Bu durum ağrı, kızarıklık, yabancı cisim hissi, aşırı ışığa duyarlılık, hızlanmış yaşlanma gibi etkilere sebep olabilir. Gözler, UV radyasyonuna daha fazla maruz kaldıkça, UV hasarlarının birikici etkisine bağlı olarak göz rahatsızlıkları ve yaşa bağlı göz hastalıkları riski artar.” dedi.

    UV IŞINLARI ÇOK SAYIDA GÖZ HASTALIĞINA ZEMİN HAZIRLIYOR

    UV ışınlarının çok sayıda göz hastalığına zemin hazırladığını belirten Prof. Dr. Göçgil, “UV-A ve UV-B ışınlarına maruz kalmak, gözün saydam tabakası olan korneada yanıklara yol açabilir ve konjonktiva adı verilen doku üzerinde ‘kuş kanadı’ olarak bilinen pterjiyum hastalığına sebep olabilir. Yine aynı şekilde güneş ışınları retina hücrelerinde hasara yol açarak yaşa bağlı makula dejenerasyonu (sarı nokta hastalığı) gelişimine sebep olabilir. UV ışınlarına maruz kalmak katarakt gelişimini hızlandırabilir ve gözün retinasında kalıcı değişikliklere yol açarak görme kaybına neden olabilir.” diyerek retina tabakasının gözün arka duvarının merkezinde bulunanve görüş keskinliğinin en yüksek olduğu bölge olan makulada kalıcı ve düzeltilemeyen bozulmaların ortaya çıkabileceğini söyledi.

    GÖZ İÇİ DOKULARDA KANSER GELİŞME RİSKİNİ ARTIRIYOR

    Göz lensimizin kendini yenileme özelliği bulunmadığını hatırlatan Prof. Dr. Göçgil, “Vücudumuz genellikle zarar gören hücreleri onarma ve yenileme yeteneğine sahip olsa da, göz lensi bu konuda bir istisnadır ve yenilenemez. Bu nedenle, lens üzerindeki proteinlere zamanla verilen hasarın bir sonucu olarak katarakt hastalığı ortaya çıkabilir. UV radyasyonunun etkisiyle bu hasar artabilir. Çocukluk döneminde UV ışınlarına aşırı derecede maruz kalınmasından dolayı,bir insan hayatı boyunca maruz kaldığı UV ışınlarının %80’ini 18 yaşına kadar almaktadır. Ultraviyole (UV) ışınları, canlı dokular için son derece zararlıdır. Aşırı UV ışığına maruz kalan gözlerde, göz etrafındaki deri ve göz kapakları ile göz içi dokularda kanser gelişme riski artar.” açıklamasında bulundu.

    ÖĞLE SAATLERİNDE GÜNEŞ IŞINLARINDAN UZAK DURMAK ÖNEMLİ

    Yaz aylarında UV ışınlarından korunmak için alınabilecek önlemlere de değinen Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, açıklamasının devamında şu ifadeleri kullandı:

    “Özellikle 10:00-14:00 saatleri arasında güneş ışınlarından uzak durmak önemlidir. Hem yetişkinler hem de çocuklar için geniş siperlikli şapka ve UV koruması sağlayan güneş gözlüğü kullanmak gereklidir. Güneş gözlüğünün, göze yandan gelecek ışınları da engelleyecek boyutta olması önemlidir. Şapka ve güneş gözlüğü kullanımı, UV ışınlarını mevsimsel ve geçici olarak engelleyerek ekstra koruma sağlar. Güneş gözlükleri görüş netliğini artırır, göz yorgunluğunu önler ve zararlı UV ışınlarından gözleri korur.

    GÜNEŞ GÖZLÜĞÜ TERCİHİNİZDE BU HUSUSLARA DİKKAT

    UV ışınlarından korunmak için her güneş gözlüğü ne yazık ki yeterli değildir. Gözlüklerin ultraviyole korumasına sahip olmaması durumunda, cezbedici görüntülerine rağmen gözlükler zararlı olabilir. Güneş gözlükleri, camlarının tam UV korumalı olmasına dikkat edilmelidir. Tam UV koruması, güneş gözlüğü camlarının hem UVA hem de UVB ışınlarına karşı en az yüzde 99 blokaj sağlamasını ifade eder. Özellikle deniz kenarında bulunurken, UV400 korumalı güneş gözlüklerinin tercih edilmesi önemlidir.

    UV koruması olmayan bir güneş gözlüğü seçildiyse, koyu cam rengi nedeniyle gözlerimiz daha karanlık bir ortama girdiğini düşünerek refleks olarak göz bebeklerimizi büyütecektir. Kişi de karanlık camlar olduğundan güneşe daha rahat bakabilecektir. Bu durum, daha fazla ultraviyole ışığının gözlere girmesine neden olabilir. Bu nedenle, UV koruma sertifikasına sahip güneş gözlükleri tercih edilmelidir.”

    Sürekli açık havada çalışanlar, refraktif cerrahi veya katarakt cerrahisi geçirmiş kişiler ve retina hastalığı olan bireylerin gözleri, güneş ışınlarının zararlı etkilerine karşı daha hassas olduğunu belirten Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, özellikle bu kişilerin göz sağlıklarını korumak için daha dikkatli olmaları gerektiğini de vurguladı.

  • Obezite ile Pankreas Kanseri Arasında Bağlantı Var

    Obezite ile Pankreas Kanseri Arasında Bağlantı Var

    Hastalığın Avrupa geneli ele alındığında en yaygın 10’uncu kanser türü olduğunu dile getiren Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Ali Kağan Gökakın, “Bu hastalık nedeniyle dünya genelinde yılda 250 bin ölüm yaşanmaktadır. Her iki cins arasında yüzde 3 oranında görünür. Hastalığın gidişatı genel olarak yapılan cerrahiye bağlıdır. Yapılan cerrahide eğer geride tümör bırakılmazsa ve tümörün biyolojik davranışı çok saldırgan değilse en iyi sonuçlar elde edilir.” açıklamasında bulundu.

    Pankreasın vücudumuz metabolizması için büyük öneme sahip olduğunu belirten Prof. Dr. Ali Kağan Gökakın, “Pankreas, midenin arka tarafında bulunan bir salgı organıdır. Hem sindirim için gerekli enzimleri üretir ve kanal yoluyla ince bağırsakların ilk bölümü olan duodenuma aktarır, hem de kan şekerinin düzenlenmesi için önemli hormonlar üretir. Pankreas kanseri, pankreası oluşturan hücrelerin normal sınırlar içindeki işlevlerini kaybederek kontrolsüz bir şekilde çoğalması ve bir tümör oluşturması durumudur.” dedi.

    İLK EVRELERİNDE BELİRTİ VERMEDİĞİ İÇİN GENELLİKLE GEÇ EVREDE TESPİT EDİLİYOR

    Pankreas kanserinin genellikle geç teşhis edilen ve hızlı ilerleyen bir kanser türü olduğunu söyleyen Prof. Dr. Ali Kağan Gökakın, “Genetik faktörlerin yanı sıra yanlış alışkanlıklar ve çevresel etkenler, pankreas kanseri riskini artırabilir. Bu kanser, ilk evrelerinde genellikle belirti vermez. Ancak, mide şişkinliği, karın-sırt ağrısı veya ani kilo kaybı gibi belirtiler ortaya çıktığında, genellikle başka hastalıklarla karıştırıldığı için önemsenmez. Bu durumda kanser hızla yayılır ve genellikle geç evrede tespit edilir.” diyerek erken teşhisin hastalıkla mücadelede büyük önem taşıdığını belirtti.

    Hastalığın başlıca belirtilerine ve risk faktörlerine de değinen Prof. Dr. Gökakın, “Sigara kullanımı pankreas kanseri için bir risk faktörü olarak bilinir. Ayrıca, aile öyküsü, genetik faktörler ve bazı mutasyonlar da hastalığın ortaya çıkmasını kolaylaştıran etkenler olarak tespit edilmiştir. Hastalık genellikle belirsiz belirtilerle başlar. Karın üst bölgesinde mide dolgunluğu, rahatsızlık hissi ve iştahsızlık erken dönemde hastaların çoğunda ortak olarak görülen belirtilerdir. Ancak, bu belirtiler basit bir mide sorunu gibi algılanabilir, bu nedenle hastalığın erken teşhis edilme olasılığı düşmektedir.” şeklinde konuştu.

    “OBEZİTE İLE PANKREAS KANSERİ ARASINDA BAĞLANTI VAR”

    Obezite ile pankreas kanseri arasında bağlantı olduğunu dile getiren Prof. Dr. Gökakın, “Pankreas kanseri tanısı alan hastaların dörtte üçünde şeker metabolizması bozukluğu ya da tip 2 diyabet mevcuttur. Uzun süreli insülin yüksekliğine maruziyet ve kan şekeri yüksekliği, pankreas kanseri gelişiminde altta yatan asıl bozukluk olarak görülmektedir ve yeni tanı alan şeker hastalarının dörtte birinde pankreas kanseri saptanmaktadır.” diyerek aniden ortaya çıkan ve düşürülmesi zor olan kan şekeri yüksekliğinde pankreasta gelişen bir tümör ihtimalinin de değerlendirilmesi gerektiği konusunda uyardı.

    “ANİDEN ORTAYA ÇIKAN ŞEKER HASTALIĞI PANKREAS KANSERİNİN ERKEN BELİRTİSİ OLABİLİR”

    Prof. Dr. Ali Kağan Gökakın açıklamasında, “Bazı durumlarda, aniden ortaya çıkan şeker hastalığı, pankreas kanserinin erken belirtisi ve uyarıcısı olabilir. Özellikle ailesinde şeker hastalığı öyküsü olmayan kişilerde böyle bir durum fark edildiğinde dikkat çekici olarak değerlendirilir. Safra taşı veya alkol kullanımı gibi belirgin bir etken olmaksızın gelişen pankreatit atakları da pankreas kanserinin erken bulgusu olabilir. Hastalığın ilerleyen aşamalarında, şiddetli karın ve sırt ağrısı, sarılık, kilo kaybı, karında şişlik gibi belirtiler ortaya çıkar. Ne yazık ki, bu bulgular hastalığın tedavi edilebilir sınırlarını aştığının bir göstergesi olarak kabul edilir.” sözlerine yer verdi.

    TEDAVİ SONRASINDA HASTALIK TEKRAR NÜKS EDEBİLİR

    Pankreas kanserinin tedavisinde ilk öncelikli yöntemin tümörün cerrahi olarak çıkarılması olduğunu söyleyen Prof. Dr. Gökakın, “Ameliyat sonrası dönemde, neredeyse tüm hastalar için kemoterapi ve radyoterapi ihtiyaç haline gelir. Ancak, tümörün cerrahi olarak çıkarılması mümkün olmadığı durumlarda, lokal ileri evrede kemo-radyoterapi kullanılarak tümör boyutlarının küçülmesi sağlanır ve cerrahi şansı elde edilebilir. Pankreas, karın arka duvarında yerleşmiş bir organdır ve birçok kan ve lenf damarının geçiş yolu üzerinde bulunur. Bu nedenle, tedavi sonrasında hastalığın nüks etme olasılığı artar. Tedavi edilen hastaların, genellikle ortalama 3 yıl içinde tekrar pankreas kanseriyle karşılaşma ihtimali vardır. Uzun vadeli başarı oranlarının artması, daha etkili kemoterapi ajanlarının bulunması ve kullanılmasıyla mümkün olacağı düşünülmektedir.” değerlendirmesinde bulundu.

    Pankreas kanseri çoğunlukla yanlış yaşam alışkanlıkları ve çevresel faktörlerden kaynaklandığını sözlerine ekleyen Genel Cerrahi Uzmanı Ali Kağan Gökakın, hastalıkla mücadelede alınabilecek bazı önlemleri ise şu şekilde sıraladı:

    “TÜTÜN VE TÜTÜN MAMULLERİNDEN UZAK DURUN”

    “Tütün ve tütün mamullerinden uzak durun. Sigara içmeyin veya içiyorsanız bırakın. Dumansız sigara ve elektronik sigaradan da uzak durun. Pasif içicilik de riski artırabilir, bu nedenle sigara içilen ortamlardan uzak durun.

    “DİYABETİNİZİ KONTROL ALTINDA TUTUN”

    Diyabetinizi kontrol altında tutun. Düzenli olarak kan şekerinizi ölçtürün ve tedavi planınızı takip edin. Beslenme alışkanlıklarınıza dikkat edin. Sağlıklı ve dengeli bir diyet benimseyin. Şişmanlamaktan kaçının ve eğer kiloluysanız kilo vermeye çalışın. Spor yaparak aktif kalın ve kalori alımını azaltın. Günlük olarak taze mevsim sebzeleri ve meyvelerini tüketin. Basit şeker ve yağ alımınızı sınırlayın. İşlenmiş etlerden uzak durun, kırmızı eti azaltın ve beyaz eti tercih edin.

    TÜRK KAHVESİ PANKREAS KANSERİ RİSKİNİ AZALTIYOR

    Günde bir fincan Türk kahvesi için. Kafeinli veya kafeinsiz olsun, kahve pankreas kanseri riskini azaltmada etkili olduğu düşünülen bir içecektir. Çevresel etkenlere dikkat edin ve kimyasal maddelere maruz kalmayı engelleyin. Ev ve iş yerinde temizlik ürünleri ve pestisitler gibi zararlı kimyasalların kullanımını sınırlayın.

    Risk altında olan bir gruba ya da pankreasta olası bir lezyonunuz varsa, düzenli kontrollerinizi aksatmayın. Özellikle eski sigara kullanıcıları, diyabet hastaları, sebepsiz hızlı kilo verenler veya bilinen pankreas veya safra yolu patolojisi olanlar dikkatli olmalıdır.”

  • Romatoid Artrit Hastalığı, Tedavi Edilmezse Kalıcı Eklem Hasarlarına Neden Olabilir

    Romatoid Artrit Hastalığı, Tedavi Edilmezse Kalıcı Eklem Hasarlarına Neden Olabilir

    Hastalar, şiddetle gelişebilen ağrı ve hareket kısıtlığı sebebiyle günlük işlerini dahi yapamaz duruma gelebiliyor. Glutenin bağırsak yüzeyinde yaptığı tahribat ile iltihaplanmayı artırdığını söyleyen Feride Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, bütünsel yani fonksiyonel bir beslenme tedavisinin uygulanması ile romatoid artrit hastalığın şiddetinin azaltılabileceğini belirtti. Uzm. Dyt. Satar, romatoid artrit hastalarının uygulaması gerektiği beslenme önerilerini de sıraladı.

    Ülkemizde her yüz kişiden 1’inde görülen romatoid artrit hastalığı tedavi edilmediğinde eklemlerde şekil ve fonksiyon kaybına sebep olabiliyor. Genellikle el ve ayaklardaki küçük eklemlerde oluşan hastalık diz, omuz ve kalça gibi bölgelerde de görülebiliyor. Romatoid artritin bağışıklık sisteminin vücudu çeşitli hastalıklara karşı korumak amacıyla normal dokulara yanlışlıkla saldırması sonucunda oluştuğunu söyleyen Feride Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, “Bu bozukluk bazı bireylerde cilt, gözler, akciğerler, kalp ve kan damarları dahil olmak üzere çeşitli vücut sistemine zarar verebilir.” uyarısında bulundu.

    “GENETİK VE ÇEVRESEL FAKTÖRLER ETKİLİ OLABİLİR”

    Hastalığın ortaya çıkmasında genetik ve çevresel faktörler etkili olabileceğini belirten Uzm. Dyt. Başak Satar, “Hastalığın şiddetinin azaltılması, yaşam standartının yükseltilmesi ve seyrinin yavaşlaması için son yıllarda yapılan çalışmalarda beslenme tedavisinin önemi artmıştır. Diyetin, romatoid artrit hastalarının metabolik profili, antioksidan düzeyleri ve mikrobiyota yani vücudumuzda bulunun tüm bakteriler üzerindeki potansiyel etkileriyle romatoid artrit semptomlarını olumlu yönde etkileyebildiği bilinmektedir.” dedi.

    “FONKSİYONEL BESLENME TEDAVİSİNİN UYGULANMASI ÖNEM KAZANDI”

    Romatoid artritte fonksiyonel beslenme tedavisinin öneminin arttığını dile getiren Uzm. Dyt. Başak Satar, “Antioksidan kapasite yüksek beslenme, anti-inflamatuar (iltihaplanma azaltıcı/yok edici) özellikli besinler ve baharatların diyete eklenmesi , renkli beslenme ve vücudun eksik olan vitamin ve minerallerinin tamamlanması ile bütünsel bir beslenme tedavisi uygulanması yani fonksiyonel beslenme tedavisinin uygulanması önem kazanmıştır.” şeklinde konuştu.

    BAZI BESİNLER HASTALIĞIN İLERLEYİŞİNİ TETİKLİYOR

    Bazı besinlerin romatoid artrit hastalığın şiddetini artırdığını söyleyen Uzm. Dyt. Satar, “Yapılan bazı çalışmalarda bazı besinlerin hastalığın gelişimini tetiklediği görülmüştür. Vücuttaki iltihaplanmanın artması, C-reaktif protein (CRP) seviyelerinin yükselmesine sebep olurken hastalığın şiddetini artırır. Çevresel faktör olarak kabul gören beslenme düzeni hem tetikleyici hem de hastalığın yönlendiricisi olarak hareket edebilir. Örneğin kırmızı et tüketimi, aşırı tuz tüketimi, glüten, ihtiyaç fazlası tüketilen gıdaların tüketimi, çiğ domates gibi besinler hastalığın ilerleyişini hızlandırır. Son zamanlarda artış gösteren batı tarzı beslenme, yani doymuş ve trans yağlardan zengin, düşük omega-3 yüksek omega-6 yağ asitleri oranı ve rafine karbonhidratların ve şekerle tatlandırılmış içeceklerin aşırı tüketimi, hem inflamasyonu yani iltihaplanmayı artırır hem de artan insülin direnci, obezite ile dolaylı olarak romatoid artrit riskini yükseltir.” açıklamasında bulundu.

    AKDENİZ DİYETİ HASTALIKLA MÜCADELEDE KİLİT ROLE SAHİP

    Akdeniz diyetinin, içeriği vitamin ve mineraller ile iltihaplanmanın şiddetinin düşürülmesinde ve azaltılmasında kilit rol oynadığının altını çizen Uzm. Dyt. Satar, “Hastalıkla mücadelede Akdeniz diyetinin önemli bir yeri vardır. Akdeniz diyeti, içerdiği omega 3 yağ asitleri, vitaminler, zeytinyağında bulunan oleik asit gibi ögelerin doğal iltihap önleyici özellikleri yardımıyla hastalığın seyrinde olumlu etkileri yaratabilir. Aynı zamanda antioksidan kapasitesi yüksek beslenme yani C vitamini, E vitamini, karotenoidler, bakır, mangan, çinko ve selenyum gibi antioksidanlar; fitokimyasallar, flavanoidler, yeşil çay, zencefil,zerdeçal,kara biber gibi besin bileşenlerinin sağlık üzerinde olumlu etkileri bulunmaktadır. Bu besin bileşenleri inflamasyonun şiddetlenmemesi ve azaltılmasında önemli rol oynar.” İfadelerini kullandı.

    GLUTEN İLTİHAPLANMAYI ARTIRIYOR

    “Gluten proteini, romatoid artrit için immünolojik yani bağışıklık sisteminin normal dokulara saldırmasını tetikleyici bir etkiye sahiptir.” diyerek glutenin bağırsak yüzeyinde yaptığı tahribat ile inflamasyon artırdığını söyleyen Uzm. Dyt. Başak Satar, “İltihaplanmada yaşanan artış romatoid artrit hastalarında ağrı şiddetinin artmasına sebep olur. Yapılan bir çalışmada glütensiz diyet uygulayan romatoid artrit hastalarında bir süre sonra hastalık semptomlarının azaldığı gözlenmiştir.” değerlendirmesinde bulundu.

    MEDİKAL TEDAVİYİ DESTEKLEMDE DOĞRU BESLENME ÖNEMLİ

    Doğru bir beslenme protokolünün hastaların yaşam kalitelerini artırdığını da sözlerine ekleyen Feride Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, romatoid artrit hastalarının nasıl bir beslenme programı uygulaması gerektiği hususundaki önerilerini ise şu şekilde sıraladı:

    “Romatoid artrit otoimmün bir hastalık olup; bağışıklık sisteminin vücudun kendi eklem dokusuna saldırması sonucu oluşur. Bu nedenle sızdıran bağırsak kaynaklı bir kronik bağışıklık aktivasyonu da artriti oluşturan faktörlerden birisi olabilir. Bağışıklık sisteminin doğru ritimde çalışmasını destekleyen ve anti inflamatuar bir beslenme programı artrit tedavisinde medikal tedaviyi destekler, semptomların rahatlatılmasına yardımcı olabilir.

    OMEGA 3’TEN ZENGİN ŞEKİLDE BESLENİLMELİ

    Romatoid artrit hastalarının omega 3 ‘den zengin şekilde beslenmesi gerekir. Omega 3 yağ asitlerinin anti inflamatuar etkisi nedeniyle bağışıklık sistemi desteklenir. Başta deniz balıkları ve ürünleri olmak üzere keten tohumu, chia tohumu ve ceviz omega 3’den zengin gıdaların başında gelir.

    BAĞIRSAĞIN ONARIMINDA ET, KEMİK VE TAVUK SUYU ÖNEMLİ

    Romatoid artrite neden olan kronik inflamasyonun sızdıran bağırsak kaynaklı olabileceği düşünüldüğü için, bağırsağın onarımında et-kemik-tavuk suyu gibi kolajen gıdaların kullanılması gerekir. Özelikle eklemden sorumlu tip2 kolajen ve beraberinde tip 1-3 kolajen önerilir.

    GLUTEN VE LEKTİNDEN UZAK DURUN

    Şekerden, trans yağlardan, omega 6 yağ asitlerinden, tatlandırıcılardan; başta işlenmişler olmak üzere gluten, lektin gibi tahıllardan ve kurubaklagillerden uzak durulmalıdır.

    SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ SEMPTOMLARI ARTIRABİLİYOR

    Süt ve süt ürünlerindeki kazein proteinlerinin artrit semptomlarını arttırabileceği görülmüştür. Bunun arkasındaki sebebin; süt ve süt ürünlerinin sızdıran bağırsak oluşumunu tetiklemesi ve vücuda hareket eden kazein moleküllerinin bağışıklığı yanlış yönde aktive etmesi ile moleküler mimikriye sebep olabileceği düşünülmektedir.

    Moleküler mimikri vücuda giren zararlı maddelerle vücut hücreleri arasındaki moleküler benzerlik durumudur. Savaş halinde olan bağışıklık sistemi kendi vücut dokusuyla zararlı maddeyi karıştırır ve kendi dokusuna da saldırır. Otoimmün hastalıkların oluşumunun altında da bu sebep yatmaktadır.”

  • Kadınlar erkeklere oranla 8 kat daha fazla risk altında

    Kadınlar erkeklere oranla 8 kat daha fazla risk altında

    Kadınların erkeklere oranla 8 kat daha fazla risk altında bulunduğunu belirten Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, “Haşimato hastalarında yüksek kolesterol düzeyleri sık görülür. Bu durum kalp ve damar hastalıklarına neden olabilir. İlerlemiş vakalarda karın, akciğer ve kalp zarında sıvı birikimi de gözlenebilir.” şeklinde konuştu. Fonksiyonel beslenme tedavisinde sağlığın iyileştirilmesi ve besinlerin şifa gücünün kullanılması amacıyla hastalara glütensiz beslenme tedavisi uyguladıklarını da belirten Uzm. Dyt. Başak Satar, “Haşimato hastalığının kontrol altına alınmasında düzenli egzersiz ve dengeli bir diyet uygulanması büyük önem taşımaktadır. “dedi.

    Tiroid hormonu, tiroid bezinde üretilen ve metabolizmanın düzenlenmesinde önemli bir role sahip olan bir hormondur. Tiroid bezleri, vücudun ihtiyaç duyduğu iyotu alarak tiroid hormonlarının üretimini gerçekleştirir. Tiroid hormonları, metabolizma hızınızı düzenleyerek vücut sıcaklığınızı kontrol eder, kalp atış hızınızı ayarlar, kas ve sinir fonksiyonlarını kontrol eder ve diğer birçok önemli işlevi etkiler.

    “BİR DİZİ SAĞLIK SORUNU ORTAYA ÇIKABİLİR”

    Ciddi bir otoimmün bozukluğu olan Haşimato hastalığının bağışıklık sisteminin sağlıklı hücrelere saldırarak vücudumuz için hayati öneme sahip tiroid bezinin yeterince hormon üretmesine engel olduğunu belirten Feride Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, “Haşimato hastalığı bağışıklık sistemi ve aynı zamanda endokrin sistem hastalığı olarak karşımıza çıkar. Bu hastalıkta, anti-tiroglobulin ve anti-TPO antikorları yüksek oranda üretilerek tiroid bezi hücrelerine zarar verir. Bu antikorlar tiroid bezine bağlanarak hücreleri tahrip eder ve iltihaplı hücreler birikir, bu durum da tiroid hormon üretiminde azalmalara neden olur. Tiroid bezi küçülür ve hormon üretimi yetersiz kalır. Tiroid hormonlarının seviyesi düşük veya yüksek olduğunda bir dizi sağlık sorunu ortaya çıkabilir.” açıklamasında bulundu.

    “TİROİD HORMONLARININ DÜZGÜN ÜRETİMİ SAĞLIKLI BİR VÜCUDUN TEMEL TAŞLARINDAN BİRİDİR”

    Tiroid hormonlarının düzgün üretimi ve işlevinin sağlıklı bir vücudun temel taşlarından biri olduğunun altını çizen Uzm.Dyt.Başak Satar, “Tiroid hormonu, hücre büyümesi ve gelişimi, protein sentezi, kemik sağlığı ve sinir sistemi fonksiyonları gibi birçok farklı fizyolojik sürece de katkıda bulunur. Tiroid hormonu seviyelerinin çok yüksek veya çok düşük olması, birçok sağlık sorununa neden olabileceği için vücudun normal işleyişinde kritik bir rol oynar. Haşimato hastalığında başlangıçta hastalar genellikle hafif bir guatr rahatsızlığı yaşar ve TSH, T3 ve T4 hormonları normalken, anti-TPO antikor yüksekliği görülür. Hastalık ilerledikçe, hafif tiroid hormonu yetersizliği hipotiroidizme dönüşebilir. Hipotiroidizm, vücuttaki birçok sistemin yavaşlamasına neden olabilir. Bir başka risk ise nodül, yani tiroid bezi içerisinde normalde olmaması gereken kitle veya yumru oluşumudur.” dedi.

    “KALP VE DAMAR HASTALIKLARINA NEDEN OLABİLİR”

    Hastalığın tanı koyma sürecine de değinen Uzm. Dyt. Satar, “Haşimato hastalığının tanısını koymak zor olabilir. Çünkü hastalığa özgü bir klinik belirti yoktur ve görülen belirtiler diğer hastalıklarda da görülebilir. Kilo alma, kabızlık, yorgunluk, kolay üşüme, cilt kuruluğu, ses değişiklikleri gibi genel belirtiler hastalık sürecinde sık sık görülür. Bunlara ek olarak, hastalığın erken dönemlerinde, adet düzensizlikleri, dil büyümesi, depresyon, asabiyet, iştahsızlık, soluk cilt rengi, şişmiş gözaltları ve yüz, konuşma yavaşlaması, konsantrasyon bozukluğu, unutkanlık, hareketlerde yavaşlama ve nabız sayısında düşme gibi belirtiler de ortaya çıkabilir. Hastalığın ilerleyen evrelerinde ise sodyum düşüklüğü, cinsel isteksizlik, göğüsten süt gelmesi, uyku apnesi, karpal tünel sendromu, akciğer ve kalp zarlarında sıvı birikmesi gibi belirtiler ortaya çıkabilir. Haşimato hastalarında yüksek kolesterol düzeyleri de sık görülür. Bu durum kalp ve damar hastalıklarına neden olabilir. İlerlemiş vakalarda karın, akciğer ve kalp zarında sıvı birikimi de gözlenebilir.” ifadelerini kullandı.

    “KADINLAR ERKEKLERE GÖRE 8 KAT DAHA FAZLA RİSK ALTINDA”

    Haşimato tiroidinin sık görülen tiroid hastalıklarından olduğunu dile getiren Uzm. Dyt. Satar, “Haşimato hastalığı, bazı risk gruplarında daha sık görülmektedir. Bu gruplar arasında sigara içenler, hamileler, ailede haşimato öyküsü olanlar ve Tip 1 diyabet, Vitiligo, Romatoid Artrit, Pernisiyöz Anemi, Lupus, Çölyak Hastalığı, Addison Hastalığı ve hepatit gibi otoimmün rahatsızlıkları olanlar yer almaktadır. Kadınların erkeklere göre yaklaşık 8 kat daha fazla risk altında olduğu görülmektedir. Her yaşta görülebilen bir hastalık olmasına rağmen özellikle genç ve orta yaş grubunda daha yaygın olduğu bilinmektedir. Özellikle tekrarlayan düşük ve ölü doğum yaşayan kadınlar, yüksek prolaktin seviyesine sahip olanlar, yüksek kolesterolü olanlar ve açıklanamayan kansızlığa sahip olanların, haşimato hastalığına yakalanma olasılıklarını kontrol etmek için doktorlarına başvurmaları önerilmektedir.” şeklinde konuştu.

    “HASTALIĞIN KONTROL ALTINA ALINMASINDA DENGELİ BİR DİYET UYGULAMASI BÜYÜK ÖNEM TAŞIYOR”

    Haşimato hastalığının kontrol altına alınmasında düzenli egzersiz yapılmasının ve dengeli bir diyet uygulanmasının büyük önem taşıdığını belirten Feride Fonksiyonel Yaşam Koordinatörü Uzm. Dyt. Başak Satar, açıklamasının devamında şu ifadelere yer verdi:

    “Haşimato hastalığının tedavisi genellikle ilaçlarla yapılır. Kan testleri sonucunda hormon değerleri normal çıkan hastaların takip altında tutulması önerilir. Haşimoto tiroiditinde buğday ve buğday ürünlerinde bulunan gluten proteini tüketimi arasında ilişki vardır. Gluten proteini bağırsak yüzeyinde inflamasyonu tetikler ve bu da vücuttaki inflamasyonu arttırır.

    “FONKSİYONEL BESLENME İLE VÜCUDUN EKSİK KALDIĞI VİTAMİN VE MİNAREL TAKVİYESİ YAPIYORUZ”

    Fonksiyonel Beslenme tedavisinde sağlığın iyileştirilmesi ve besinlerin şifa gücünün kullanılması asıl amaç olmasıyla hastalarımıza glütensiz beslenme tedavisi uyguluyoruz. Tedavi sürecinde fonksiyonel beslenme ile diyete ek olarak vücudun eksik kaldığı vitamin ve mineral takviyesi yapıyoruz.

    “GLÜTENSİZ BESLENME UYGULAYAN HASTALARDA SEMPTOMLARIN AZALDIĞI GÖZLEMLENMİŞTİR”

    Glütensiz beslenme uygulayan Haşimato tiroiditi hastalarının semptomlarının azaldığı, kilo kontrolünün kolaylaştığı ve bağırsak mikrobiyatasının iyileştiği gözlemlenmiştir. Vücudumuz için elzem elementlerden olan selenyumun diyete kontrollü olarak eklenmesi ve glütensiz beslenmeyle beraber hormon değerlerinde düzelme, anti-TPO değerlerinde düşüş görülmektedir.

    HANGİ BESİNLER TÜKETİLMEMELİ?

    Glütensiz beslenme de uzak durulması gereken besinler arasında buğday ve buğday ürünleri, arpa, çavdar, irmik, nişasta, yulaf, paketli gıdalar, hazır soslar, unlu mamuller, makarna, şehriye çeşitleri vb ürünler gelir.

    Hastalar glutensiz beslenmede sürecinde karabuğday, karabuğday ekmeği, sebzeler, meyveler, basmati pirinç, kinoa ve sorgum unu gibi gıdaları ise serbest olarak tüketebilirler.”

  • Aman dikkat! Kör olmak istemiyorsanız bunu hemen yapın…

    Aman dikkat! Kör olmak istemiyorsanız bunu hemen yapın…

    Gözümüzün ışığa duyarı hücre tabakası olan retinaya bağlı damarlarda meydana gelen tıkanıklıklarda ciddi görme kusurları gelişebileceğini belirten Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, “Makulanın sağlıklı çalışmasına engel olan, sızıntı yapan kan damarlarındaki bu sızıntının durdurulması ve görme kaybının önlenmesi gereklidir.” dedi. Prof Dr. Göçgil hastalığın tiplerinden olan retinal ven damar tıkanıklığının diyabetten sonra tüm dünyada kalıcı görme kayıplarının en yaygın ikinci sebebi olduğunu da dile getirdi.

    Gözümüzün ışığa duyarlı hücre tabakası olan retina, elde edilen verileri beyne ileterek görmenin sağlanması için taşıyıcı görevi gören sinir hücrelerinin ihtiyaç duyduğu besin maddelerini ve oksijeni sağlayan kan akımı ile beslenmektedir. Retinal ven tıkanıklığının ise retinadan gelen ince venlerde yaşanan tıkanma durumu olduğunu belirten Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, “Retinal damar tıkanıklığı sık rastlanan ve gözlerde kalıcı görme kayıplarına yol açan bir hastalıktır. Hastalık çoğunlukla kontrolsüz seyreden yüksek tansiyonlu kişilerde görülmektedir.” dedi.

    EN YAYGIN GÖRÜLEN TÜR RETİNA VEN TIKANIKLIĞI

    Hastalığın santral ven tıkanıklığı (SVRT) ve retinal ven dal tıkanıklığı (RVDT) şeklinde iki tipi bulunduğunu belirten Prof. Dr. Göçgil, “Santral ven tıkanıklığı, retinada bulunan ana venin tıkanması sonucu meydana gelmektedir. Oluşan tıkanıklık sonucunda ven duvarlarından retina içine kan ve yoğun sıvı sızma durumu gerçekleşir. Damarın dolaşımı, geçirgenlik yapısı da bozulur. Gözün toplayıcı kan damarlarından sıvı emilimi güçleşir. Makulada yani sarı nokta alanında sıvı birikimi ve doku içinde ödem gelişir. Bu durum da görmede bulanıklığa, eğri görmeye sebep olur. Retina ven dal tıkanıklığı ise ana damardan çıkan daha ince dallarda gelişen tıkanıklıktır ve daha sık görülür. Damarın beslediği retina alanında kanamalar izlenir ve hasta tıkanıklık yaşanan alanda görmede bulanıklıktan, daha soluk görmeden şikayet edebilir. Retinanın besleyici damarı olan arter tıkanıklıkları ise daha az sıklıkta gelişir ve çok kısa sürede kalıcı görme kaybına neden olur. ” ifadelerini kullandı.

    DÜNYADA DİYABETTEN SONRA KALICI GÖRME KAYIPLARINA YOL AÇAN İKİNCİ HASTALIK

    Retina ven tıkanıklığının neden olduğu görme kaybının şiddetinin hangi damarların etkilendiğine bağlı olarak değişebildiğini belirten Prof. Dr. Nur Acar Göçgil, “Retinal ven (toplardamar) tıkanıklığı diyabetten sonra tüm dünyada kalıcı görme kayıplarının en yaygın ikinci sebebidir.” açıklamasında bulundu.

    “ERKEN TEŞHİS İÇİN RUTİN GÖZ KONTROLLERİ AKSATILMAMALI”

    Rutin olarak gerçekleştirilen göz ve retina muayenelerinde bu hastalığın yanı sıra gözde meydana gelebilecek diğer hastalıkların da incelemesi ile teşhisin gerçekleştirilebildiğini belirten Prof. Dr. Göçgil, “Retina anjiyografisi ve Optik Koherenz Tomografi (OCT) bu hastalığın teşhis sürecinde en yaygın kullanılan testler arasında yer almaktadır. Elde edilen veriler ışığında da tedavi yöntemi belirlenmektedir. Gözlerimizdeki hastalıkların yanı sıra vücudumuzdaki diğer hastalıkların erken teşhisi için rutin göz kontrollerini aksatmamak önemlidir.” ifadelerini kullandı.

    60 YAŞ ÜSTÜ KİŞİLER RİSK GRUBUNDA

    “Hastalığın iki tipinde de makulada biriken sıvı sebebiyle ani görme azalması en belirgin belirtilerdendir.” Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Göçgil, retina damar tıkanıklığının tedavi süreci ve hastalığın oluşumunda risk oynayan faktörleri ise şöyle sıraladı:

    “Etkilenmiş damarın tipine ve hastalığın seyrinde gelişen komplikasyonlar sonucunda hafif görme kaybından ciddi ve kalıcı görme kaybına kadar görme etkilenebilir. Tedavi edilmezse göz içinde kanayacak yeni damar gelişimi ile kanamalar, traksiyonel retina ayrılması gelişebilir. Yine riskler arasında neovasküler glokom gelişimi yönetimi zor bir komplikasyondur.

    Retina Ven Tıkanıklığı hastalığına 60 yaş sonrası insanlarda daha yaygın olarak karşılaşılmaktadır. Sigara içme, yüksek kan basıncı, diyabet, glokom ve çeşitli kan hastalıkları da hastalığın oluşumu için zemin hazırlayabilir.

    “ANORMAL DAMARLANMALAR OLUŞMUŞSA MUTLAKA LAZER TEDAVİSİ YAPILMALI”

    Hastada Santral Retinal Ven veya Dal Tıkanıklığı gelişimine bağlı makülada ödem olduğunda göz içine kortizon implantı veya anti-VEGF enjeksiyon tedavileri uygulanmaktadır ve durum düzelene kadar belli aralıklarla tekrar edilmektedir. Argon lazer tedavisi, çekilen retina anjiyografisinde ven tıkanıklığına bağlı belirgin iskemi yani retina dolaşımında bozulma saptandığında koruyucu amaçla uygulanır.

    Hasta mutlaka yakın takibe alınır. Bu tedavilerden hangisinin uygulanacağı ise yapılan testler sonucunda hastanın verileri ışığında değişebilmektedir. Hem santral retina hem de retina ven dal tıkanıklığında, göz içinde yeni anormal damarlanmalar oluşmuşsa bunlarının göz içine kanamasını engellemek için mutlaka argon lazer tedavisi yapmak gereklidir.”