Kategori: Genel

  • Vefatının 30. Yılında Malik Aksel

    Malik Aksel’in gazete ve dergi sayfalarında kalmış yazılarını bir araya getirdiğim, Kapı Yayınları tarafından külliyatın altıncı kitabı olarak yayımlanan Masal ve Resim’i önceki gün yeniden gözden geçirirken bu kitabın gün ışığına çıkmakta biraz gecikmesinin hayra vesile olduğunu fark ettim. Kültür ve sanat dünyasının dikkatini, vefatının 30. yılında bu değerli ressam ve kültür adamına yeniden çekmiş olduk.

    Malik Aksel, 15 Şubat 1987 tarihinde aramızdan ayrılmıştı. O tarihte Tercüman gazetesinin Kültür-Sanat sayfasını yönetiyordum. 16 Şubat sabahı gazeteye gittiğimde, bizimki de dâhil, birçok gazetede “Malik Akçelik öldü” başlıklı bir haber gördüm. Şaşırmıştım, kimdi bu Malik Akçelik? Haberi okuyunca, tanıdığım, resimlerini çok sevdiğim ve imzalı kitaplarına sahip olduğum Malik Aksel’den söz edildiğini anlayınca çok sarsıldığımı hatırlıyorum. Gece sekreterleri Anadolu Ajansı’ndan gelen haberi tahkik etmeden kullanmışlardı. Kültür ve sanat adamlarımızı ne kadar tanıdığımızı, onlara ne kadar değer verdiğimizi göstermesi bakımından ibret verici bir hadisedir bu.

    Benim sanat meselelerine ilgi duymamda, Malik Aksel’in 1971 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan Sanat ve Folklor isimli kitabının önemli bir rolü vardır. Büyük bir zevkle okuduğum bu kitap, bana yeni ilgi alanları açmıştı. Kültür Bakanlığı’nca yayımlanan o nefis İstanbul’un Ortası da öyle… Anadolu Halk Resimleri’ni iki yıl sonra Sahaflar Çarşısı’ndan satın almış, Elif Kitabevi’nin yayımladığı Türklerde Dinî Resimler’i de galiba aynı tarihlerde temin etmiştim. Anadolu Halk Resimleri’ni okumak için çantamda gezdirdiğim günlerde uğradığım Türk Edebiyatı Cemiyeti’nde kendisine rastladım ve imzalattım. Merhum, bu cemiyet tarafından çıkarılan Türk Edebiyatı dergisinde yazardı. Zaten onun ismine galiba ilk defa Türk Edebiyatı ve Hisar dergilerinde rastlamıştım. Resim Sergisinde Otuz Gün’e gelince… Bu lezzetli kitabı 1976 yılında rahmetli Yücel Çakmaklı ve Ahmet Bayazıt’la birlikte, Nişantaşı’ndaki evine, TRT için bir Ramazan sohbeti çekmek amacıyla gittiğimizde imzalayıp hediye etmişti.

    Balkan Harbi felaketinin, ardından Birinci Dünya Harbi’nin bütün acılarını ve göç psikolojisini yaşamış bir nesle mensup olan Malik Aksel, ailesi İstanbullu olmakla beraber, babasının görevi dolayısıyla bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Katerin’de doğmuş, ilk çocukluğunu Osmanlı’nın son demlerinde Katerin, Serez ve Selanik’te yaşamıştır. Darülmuallimin’de, yani Erkek Öğretmen Okulu’nda Birinci Dünya Harbi yıllarında okur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Avrupa’ya gönderilen öğretmenlerdendir. Almanya’da resim pedagojisi ve resim eğitimi gördükten sonra döner, Ankara’da yeni kurulan Gazi Eğitim Enstitüsü’nde görev yapar. Bu enstitünün Resim-İş Bölümü’nü kuran odur.17-02/16/screen-shot-2017-02-16-at-023150.pngMalik Aksel’in yağlıboya ve suluboya resimlerinden birkaç örnek.

    Darülmuallimin’de ressam Şevket Dağ’ın talebesi olan Malik Aksel çok iyi bir ressam, özellikle suluboyada büyük bir ustaydı. Engin bir araştırma merakına, mizaha yatkın zekâya ve güçlü bir kaleme sahip olduğunu da belirtmek isterim. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, özellikle Ankara’da yeni yeni şekillenen sanat hayatı hakkında onun yazdıkları eşsiz birer belge niteliğindedir. Özellikle muhavere tarzında yazdığı Resim Sergisinde Otuz Gün isimli kitabı ve Sanat ve Folklor’daki yazıları çok önemlidir. Ancak o, hiç şüphesiz önce ressamdı. Yazarlığı, ressamlığını tahkim etmek için yaptığı çalışmaların bir sonucudur. Ne var ki akademili olmaması, hiçbir akıma ve gruba bağlanmaması ve hemen bütün resimlerinde yerli hayatı işlemesi, sanat tarihini belli bir bakış açısıyla yazan ve belli anlayışlara odaklanan sanat tarihçileri ve eleştirmenler tarafından göz ardı edilmesine yol açmıştı.

    Malik Aksel’i en iyi anlayan rahmetli Sezer Tansuğ’du. “Malik Aksel’in Ardından” başlıklı yazısında, onun sözü sohbeti hoş bir bilge, katıksız bir samimiyet üzerine kurduğu dünyasında özentiden eser olmayan, mütevazı, mahviyetkâr bir gönül adamı olduğunu ifade eden değerli sanat eleştirmeni şöyle diyordu:

    “Malik Aksel’in gözlemci duyarlılığını yansıtmakta büyük önem taşıyan suluboya çalışmalarıyla yakın ilişkisi bulunan kitabı İstanbul’un Ortası adını taşıyan yapıtıdır. Araştırmacı, ressam ve eğitimci olarak çok yönlü kişiliğiyle Cumhuriyet dönemi resim sanatında bıraktığı izler hiçbir zaman yadsınamayacak olan Malik Aksel’in özellikle halk resmi alanında yaptığı çalışmalar yeni birçok araştırmacıya ipuçları sağlamış, fakat henüz bu ustanın ortaya koyduğu değerleri aşabilecek nitelikte incelemeler yapılabilmiş değildir. Malik Aksel’in bir ressam olarak özgün yanını oluşturan değerlerin özellikle suluboya çalışmalarında görüldüğü kesindir. Bu alandaki eşsiz başarısının sırrı, gözlemlerini süratle biçimlendirme ihtiyacında saklıdır. Suluboya resimlerle bir anlık geçici gözlemler arasında sıkı bir ilinti vardır. Üstün bir mizah zekâsı ile yapılan bu gözlemler, yaşadığı ortamları severek anılaştıran duyarlı, sevecen bir mizacın ürünüdürler.”

    Yeri gelmişken, Malik Aksel’in Bursa’da yaşayan oğlu Murat Aksel’in babasının çok sayıda yağlıboya, suluboya ve karakalem eserini, ayrıca halk resimleri koleksiyonunu Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne bağışladığını hatırlatmak isterim. Resimler Merinos Kongre ve Kültür Merkezi’ndeki Malik Aksel Sergi Salonu’nda sanatseverlerin ziyaretine açık. Halk resimleri koleksiyonu ise Kent Müzesi’nde…

    24 Şubat günü saat 19.00’da, Malik Aksel Sergi Salonu’nda vefatının 30. yılı ve külliyatının tamamlanmış olması vesilesiyle anılacak olan büyük sanatkârı rahmetle anıyorum.

  • Banka kurtarma ve kredi yapılandırması – VI / Tayland, Malezya, Endonezya

    Tayland kurunu sert şekilde devalüe ettikten sonra Asya’da biriken problemler çığa dönüşmüş ve Asya krizi resmen başlamıştı. 97’deki kur ayarlamasından sonra üç ülkede faizler %10’lardan %50’lere kadar yükselmişti. Sert bir resesyon gelecekti…

    Sert ekonomik daralma beraberinde aynı oranda acıtıcı bir kredi daralması da getirdi. Sorunlu krediler arttı. Bankalar yükü taşıyamaz hale gelmişti. Sorunlu varlıkların payı o denli arttı ki başka hiçbir ülke sisteminde görülmeyen tahsili gecikmiş alacaklar oranı meydana geldi. Tayland’da kredilerin yarısı 99 yılında tahsili gecikmiş hale dönmüştü!

    Tayland’da eski bir maliye bakanının başını çektiği yeniden yapılandırma komitesinde (FRA) özel sektör, Tayland Merkez Bankası yer alıyordu. Endonezya’da borçların idaresi için IBRA kurulmuş ve 5 politik partinin görüşü alınmıştı. Malezya’da ise yine MB eşgüdümünde bir borç idare komitesi kurulmuştu.

    İşe önce mevduata garanti vererek ve banka regülasyonlarını gevşeterek / sıkarak başladılar. Bankaların hayatta kalmasını sağlayacak düzenlemeler ile sektör rahatlarken, reel sektörde daha fazla batık olmaması için banka – şirket ilişkilerinde bankaların daha fazla risk almasını önleyecek sıkılaştırıcı yollara başvuruldu.

    Kurallar belirlendikten sonra her ülke kendine göre kötü banka yönetme testine girdi.

    Tayland’da kötü varlıkların hızla satılması prensibi belirlendi. FRA Ekim 97’de çalışmalara başladı. Fiziksel varlıklar martta, araç ve konut kredileri ise yaz aylarında %50 iskonto ile satıldı. Elde kalan asıl büyük varlıklar ise ihale edildi. Acele satışlar birkaç partide yapıldı ancak varlıklar %20’den düşük defter değeri ile satılıyordu. 99 yazında varlıkların önemli bölümü satılmıştı.

    Malezya’da Maliye Bakanlığı Danaharta ismiyle bir borç yönetimi şirketi kurdu. Çoğunluğu özel sektörden oluşan yönetim kurulunun görevi varlıkları yönetmekti. Bu varlıklar Danaharta’nın bankalardan alacağı varlıklardı. Bu kurum %60 ortalama varlık değerlemesi ile bankalardan yaklaşık 3.000 parça ticari kredi satın aldı. Konut kredileri almadığı için politik olarak da zorlanmadı keza borcunu ödemeyenleri evlerinden çıkarmak zorunda kalmamışlardı. Kurum devlet destekli bono ihraç ederek ve 5 yıl sonra bunu roll etme / çevirme hakkı kazanarak alımlarını yaptı.

    IBRA’da 500’e yakın personel işe alındı. Doğrudan bankaların kötü varlıklarını onlardan satın almak ve yönetmek üzere kuruldu. 4 kamu bankasının teke indirilip kötü varlıkların bir bölümünü saklaması gibi çözümler bulundu ve yapılandırma sürecinde Alman Deutsche Bank’tan danışmanlık alındı.

    Bankalar kurtulup, kimileri birleşip kimileri ise battıktan sonra güvende artış oldu. Şimdi sıra finans sektörü ve reel sektör bağını güçlendirmeye gelmişti. Üç ülkede de kredi yapılandırma komiteleri kuruldu.

    Finansal olarak sağlam olan ancak ekonomideki döngüden etkilenen şirketler için her biri farklı modelleri benimseyen 3 ülke özünde aynı işi benimsediler. Kriz boyunca bankalar bu sağlam şirketleri bir konsensüs dahilinde fonlamaya devam etsinler ve bu arada bir ödemesiz periyot ile onları rahatlatsınlar. Hatta aralarında kritik öneme sahip olanlar için yeni kredi kanalları açsınlar şeklinde prensipler belirlendi. Finansal sektörden sonra sıra reel sektörü bir arada tutmaya gelmişti.

    ***

    Asya ekonomileri önce bankacılık özelinde düzenlemeler ile bankaları kurtardılar. Yeniden yapılandırma maliyetleri Tayland’da milli gelirin %32’sine, Malezya’da %18’ine ve Endonezya’da %29’una varmıştı[1]. Malezya haricindeki iki ülkede toplam masraflar o günün kuruyla 40 milyar doları aşmıştı.

    Milenyum geldiğinde üç ülkede kötü günleri geride bırakmış ve en az %5 civarında büyümeye geçmişlerdi…

  • Kılıçdaroğlu’nun bir şey daha yapması lazım

    CHP’nin anayasa değişikliği paketini Anayasa Mahkemesi’ne götürmeme kararı alması isabetlidir. Bu karar, sıradışı bir gerilim yaşamakta olan siyasette bir tür normalleşme adımı bile sayılabilir. CHP ilk defa AK Parti iktidarları döneminde bir anayasa değişikliği kararını mahkemeye götürmüyor. Karar hem isabetli ve esasen hem de zaruridir. İki açıdan…

    Birincisi, Meclis’in anayasa değişikliği kararları AYM’ye sadece usul yönünden götürülebilir. Cumhurbaşkanlığı sistemi değişikliklerini içeren paketin bu açıdan dava konusu olması mümkün değildir. Yani, daha baştan dava açmak amaçsız ve imkansız bir girişim olacaktı.

    İkincisi… Bu nokta daha da önemli. Kemal Kılıçdaroğlu, alışılagelmiş bir CHP davranışını, klasik bir parti şablonunu bozarak, partisinin sırtında ağır bir yük olan 367 hatırasının canlanmasını da engelledi. Yüksek yargıdan istediği kararı çıkarmak, CHP’nin sistem tarafından kaynaktan avantajlı olduğu yılların doğal bir durumuydu. Hatta bu ilişki doğal bir siyasi faktördü. Partiler seçim kazanır, iktidar olur ama altın hisse CHP ve paydaşlarının elinde bulunurdu. Dün aldıkları AYM’ye müracaat etmeme kararı bir anlamda bu dönemin sonunu da ilan etmiş oluyor. Nitekim, Kılıçdaroğlu’nun şu ifadesi de bunun teyididir:

    “Şimdi söz, karar ve yetki milletindir. Sandıkta kararın verileceği 16 Nisan’a kadar önümüzdeki 60 günü milletin hakemliğine emanet edeceğiz. İşte bunun için AYM’ye başvurmayacağız.CHP olarak bu milletin ferasetine güveniyoruz. Son söz, milletin divanıdır.”

    Bugüne kadar CHP liderleri veya sözcüleri buna benzer cümleler kurmuşlardır ama ilk kez bir başka kuruma dayanmaksızın, bir başka yol aramaksızın söylüyorlar. Zaruret de olsa isabettir…

    Hazır CHP’nin millete itimatı bahsi açılmışken daha mühim başka konuları da hatırlatalım. Hatırlatalım ki siyaset kanalıyla hiç olmazsa bazı meselelerimizin hallolması için bir yol açılabilsin.

    Türkiye’de tek parti yıllarından kalma ve bilhassa Cumhuriyet’in ilk dönem tatbikatlarından kaynaklanan bir dizi inanç hürriyeti problemi vardı. Başörtüsü meselesi, Kur’an kursları eğitimi, İmam Hatip Liseleri, dindarların kamu ve özel hayatta istihdam ve görünürlüklerinin kısıtlanması ve buna bağlı bir dizi mesele… AK Parti iktidarları döneminde bunlar adım adım aşıldı ve mesele olmaktan çıkarıldı. Birçoğuna yasal dayanak kazandırıldı, birçoğu da hızlı bir uygulama pratiğiyle problem olmaktan çıkarıldı.

    Bunu CHP elitleri veya tabanının bir bölümü veyahut da genel olarak Kemalist kesimler anlamayabilir ama dindarların bu başlıktaki meseleleri ağır bir hayat tarzı problemi ve buna bağlı olarak da sarsıcı bir istihdam, eğitim, inanç ve sosyal statü engelleriydi. Bu engellerin kaldırılması toplumun yarıdan fazlasını bir anda devletle barışık hale getirmiş ve bu büyük toplum kesiminin zihinlerini kuşatan karanlık dönem tarihe gömülmüştür.

    Ancak her şeye rağmen bu alanlardaki çözümler henüz çok tazedir. Yani, inancını istediği kıyafetle yaşamak isteyenler, inancıyla devlette ve özel hayatta rol olmak isteyenler, milli eğitimde dini bilgiler almayı talep edenler, dindarlığı nedeniyle başına bir iş gelmeme özgürlüğünü yaşamak isteyenlerin zihni hala geçmişin yasaklarıyla endişelidir. Gelecekte bir gün bu haklardan geri dönüş veya kısıtlama tehdidi bazı zihinlerde canlıdır.

    En önemlisi de bütün bu yasakların, engellerin, kısıtlamaların, yani inancını dilediği gibi yaşama hürriyetini kısıtlamanın sembolü CHP’dir. Tek parti yıllarından Demokrat Parti’ye, 12 Eylül’den AK Parti’ye kadar uzun tarihi yürüyüşte CHP hep muhafazakar/dindar kitlelerin hayat tarzını tehdit eden ana unsur olarak zihinlere kazınmıştır.

    Şimdi CHP’ye düşen, Türkiye’nin bu alanlarda ulaştığı özgürlüklerle bir sorunu olmadığını, o devirlerin geride kaldığını ve herhangi birinin tehdit olmak şöyle dursun bilakis kazanım olduğunu ve geri döndürülemeyeceğini ilan etmektir. “Milletin inancıyla sorunlu ve mesafeli parti” bagajından kurtulmaktır. Bu, sadece bir siyasi tercih değil aynı zamanda CHP’nin topluma borcudur da…

    Kılıçdaroğlu’nun partisi bu kaygıları giderecek bir hamle yaparsa böylelikle siyasetin ürettiği bir çözüm ortak bir değere ve kazanca dönüşecektir.

    CHP bu istikamette cesur ve samimi olduğunda “Herkes için iyi Türkiye”ye doğru büyük bir adım atmış oluruz.

  • Kadroya geçen taşerona ikramiye

    Kamuda taşeron işçilerin sorunlarının çözülemez noktaya gelmesi, hatalı taşeron kullanımı nedenleriyle, bu yılın başında yapılan düzenlemeyle kamuda çalışan taşeron işçiler kadroya geçirilmişti.

    Kadroya geçirilen taşeron işçiler kamu işçisi haline gelince kamu işçilerine tanınan haklardan yararlanmaya başladılar. Bu haklardan belki de en önemlisi ilave tediye.

    Yıl içerisinde 52 günlük ilave tediye ödemeleri dört taksitte yapılıyor. Ocak-haziran-ağustos/eylül ve aralık aylarında kamu işçilerine 13’er günlük tediye ödemesi yapılıyor.

    Prim kesilir mi?

    Toplamda 52 günlük ilave tediyesi yıl içinde ödenmiş oluyor. Ocak-haziran ve ağustos tediye ödemeleri yapıldı. Şimdi sırada aralık ayında yapılacak ödeme var.

    Kamuda kadroya geçen taşeron işçileri 2018 yılında 39 günlük tediye alacaklar. Kadro geçişleri tamamlanmadığı için ocak ayında yapılan ödemeden kadroya geçen taşeron işçileri yararlanamadı.

    Haziran ve eylül aylarında ilave tediyelerini alan kamu işçilerine tediyelerin son taksiti 7 Aralık’ta ödenecek. Bu konudaki Cumhurbaşkanlığı kararı yayımlandı. Son taksitin 7 Aralık’ta yatırılacağı kesinleşti. Kamu işçilerine bu yılki ilave tediye ödemesinin son taksiti 7 Aralık’ta ödenecek.

    İlave tediye ödemeleri kural olarak SGK primine tabidir. Dolayısıyla, ilave tediyeden SGK primi kesilmesi gerekir. Bu çerçevede, ilave tediye ödemesinden yüzde 15 oranında sigorta primi ve yüzde 15 oranında gelir vergisi kesintisi yapılır. Ayrıca ilave tediye ödemesi damga vergisine de tabi olduğu için ilave tediyeden damga vergisi kesintisi de yapılır.

    Haciz konulamıyor

    İlave tediye ödemeleri hukuki olarak esas ücrete munzam ödemedir. Dolayısıyla, haczedilmesi de mümkün değildir. Konuyla ilgili Yargıtay kararlarında da ilave tediye ödemelerine haciz konulamayacağı hüküm altına alınmıştır. Bu nedenle, borcu olan işçiye yapılan ilave tediye ödemesine haciz konulamaz.

    Belediyelerde taşeron olarak çalışırken belediye şirketlerine geçirilen işçiler ise kanunen bu şirketlerin ilave tediye ödemesi zorunluluğu olmadığı için ilave tediye alamıyorlar. Dolayısıyla, yalnızca kamu kurumlarında işçi statüsüne geçirilen taşeron işçiler için ilave tediye ödeniyor. Belediye şirketlerinde çalışmaya başlayan taşeron işçi ilave tediye alamıyor.

    Ne kadar ödeme yapılacak?

    Kamuda kadroya geçen taşeron işçiler de dahil olmak üzere kamuda görev yapan işçilerin tamamına 7 Aralık’ta 13 günlük ücretleri üzerinden tediye ödemesi yapılacak.

    Bu kapsamda asgari ücretle çalışan bir işçiye yüzde 20’lik vergi dilimine girmiş olması nedeniyle 13 günlük ücreti karşılığı en az 591 TL ilave tediye ödenecek. Kamu işçisinin ücreti arttıkça eline geçen tediye miktarı da artacak. Örneğin, 2.500 TL brüt ücreti olan bir kamu işçisine 728 TL, 3.000 TL brüt ücreti olan kamu işçisine 874 TL, 3.500 TL brüt ücreti olan kamu işçisine 1.019 TL ilave tediye ödenecek.

    Ancak vergi dilimi nedeniyle ilave tediyeden daha yüksek oranda gelir vergisi kesilmesi de söz konusu olacak.

    Yani kamu işçisinin vergi dilimi yüzde 20’nin üzerine çıkmışsa ilave tediyeden daha yüksek oranda vergi kesilecek.

    İlave tediye ne demek?

    6772 sayılı kanun kapsamında, kamu işçilerine yılda 52 günlük ilave tediye ödeneceği hüküm altına alınmıştır. İlave tediye kanunla güvence altına alınmış bir haktır ve bütün kamu işçileri bu haktan yararlanmaktadır.

    Nasıl hesaplandı?

    İlave tediye ödemesinin miktarı günlük ücret üzerinden hesaplanıyor. 2018’in son taksiti olan aralık tediye miktarı, kamu işçisinin 13 günlük ücreti olarak ödenecek. Hesap işçinin esas ücretinin aylık toplamına göre yapılıyor.

  • Fazla çalışma ve ücretler

    Yazın bitip sonbaharın gelişiyle birlikte çalışma hayatı da tekrar eski yoğunluğuna döndü. Bu yoğunluk uzun süreli çalışmaları da beraberinde getiriyor. Çoğu zaman çalışma haftalık çalışma süresinin içine sığmıyor daha geç saatlere hatta hafta sonlarına yayılabiliyor. Kanunen bir işçinin haftalık çalışma süresi 45 saat, bunun aşılması halinde fazla çalışma başlıyor. Bunun anlamı ise yapılan bu fazla çalışmanın ayrıca ücretlendirilmesi gerektiği. Çalışan yaptığı her bir saatlik fazla çalışmaya karşılık bir buçuk saatlik ücrete hak kazanıyor.

    Günümüzde birçok işveren fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğuna ilişkin sözleşmeler imzalatıyor. Fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olması ancak iki durumda geçerli olarak kararlaştırılabilmektedir.

    Bunlardan ilki, çalışanın kendi çalışma süresini kendisi belirleyen işveren vekili konumunda olmasıdır. İşverenin o kişinin çalışma süresinin tespitinde etkisi olmamalı. Çalışanın kendi çalışma süresini belirlemesi herhangi bir çalışma düzenine veya işyerinin açılış ve kapanış saatlerine tabi olmadan istediği kadar çalışabilmesini ifade etmektedir.

    Yargıtay bir işçinin bu kapsama girebilmesi için işyerinde hiyerarşik olarak üstünde kimsenin olmamasını, işyerinin yönetiminin bu işçide olmasını arıyor.  Bu çalışanlar için fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğunu değil, fazla çalışma hesaplanmaması gerektiğini ifade ediyor.

    Yüksek ücret varsa…

    Fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olarak kararlaştırılabileceği ikinci durum ise çalışanın ücretinin aynı işi yapan emsal çalışanlara göre önemli ölçüde yüksek belirlenmiş olmasıdır.

    Çalışan o ay fazla çalışma yapsın veya yapmasın fazla çalışma ücretine hak kazanacaktır. Özellikle asgari ücret bağlamında, çalışanın aylık asgari ücret aldığı durumlarda fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil şekilde sözleşmede kararlaştırılamayacağını, bu şekilde kararlaştırılmış olsa bile sözleşme hükmünün geçersiz olduğunu vurguluyor. Çünkü asgari ücretin en az çalışma süresine karşılık belirlendiği, buna fazla çalışma ücretinin dahil olduğunun kabulünün asgari ücretin temeline aykırı olacağını ifade ediyor.

    Daha yüksek ücret alan çalışanlar açısından da emsal ücret kavramına atıfta bulunuyor. Emsal ücret aynı veya benzer sektörlerde aynı veya benzer işi yapan çalışanların aldığı genel ücret düzeyi. Emsal ücretin tespiti zor olduğundan çoğunlukla çalışanın ücretinin belirli bir seviyenin üstünde olması halinde, fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğu kabul ediliyor.

    Sadece 270 saate kadar

    Fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olması çalışan ne kadar süre çalışırsa çalışsın sürekli aynı ücreti alması gerektiği anlamına gelmemektedir. Yılda 270 saatten fazla süreyle çalışılması hukuka aykırı olmakla birlikte, birçok işyerinde bunun çok daha üzerinde fazla çalışma yapılıyor. 270 saatin aşılmasının çalışana kıdem tazminatını alarak iş sözleşmesini haklı nedenle derhal feshetme imkanı tanıdığını veya olası bir denetimde işverene yaptırım uygulanabileceğini ayrıca unutmamak gerekiyor. İşte böyle 270 saati aşarak yapılan fazla çalışmalar varsa, fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğu durumlarda dahi yıllık 270, aylık 22.5 saati aşan sürelerin ücretinin aylık ücrete dahil olmadığı kabul edilmektedir. Bu sürenin ücretinin ödenmesi gerekmektedir.

    Hafta tatili dahil mi?

    Hafta tatilinde yapılan çalışmalar, aylık ücrete dahil olan fazla çalışma kapsamında değerlendirilmemektedir. Çalışanların 7 günlük zaman diliminde kesintisiz 24 saat dinlendirilmesi ve en fazla 6 gün çalıştıktan sonra 1 gün izin kullanması gerekmektedir. Aynen 270 saatte olduğu gibi, hafta tatilinde yapılan çalışmanın aylık ücrete dahil olan fazla çalışma haricinde bir çalışma olduğunu kabul etmektedir. Hafta tatilindeki çalışmanın ücreti ayrıca ödenmelidir.

    Bu şartlar sağlanmadan fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil kabul edilmesi halinde, işveren yaptırımlarla karşılaşacaktır. Çalışan ücretinin eksik ödenmesi nedeniyle iş sözleşmesini haklı nedenle feshedebilecek, kıdem tazminatına hak kazanacaktır.

  • Peki o sınıfta o Alevi çocuk olmasaydı ne olacaktı?

    Belki bazılarınız; “Hiç gereği yoktu böyle bir konuyu ele almanın” filan diyecek. Haklılar da bunu diyenler. Çünkü gerçekten de sırf Alevileri aşağılamak, horlamak için uydurulmuş saçma sapan iftiralarla yaftalamalar çok sevimsiz, çok itici bir durumdur.

    Ben de hiç girmek istemezdim konuya ancak el mahkum gireceğim. Çünkü yıl 2018 ve dünyanın sayılı metropollerinden biri olan İstanbul’un bir eğitim yuvasında maalesef bu hakaretlerden biri epeyce gündem oldu dün.

    Görmemiş olanınız da olduğu ihtimaliyle konuyu kısaca özetleyeyim.

    Olay geçtiğimiz pazartesi, İstanbul’un Arnavutköy ilçesinde, Cumhuriyet Ortaokulu’nda 7/L sınıfında yaşanmış. Adının baş harfi S. olan, Alevi bir öğrencinin din dersinde yaşanan skandalı ailesine haber vermesi ile patlak vermiş.

    Sonrasında okul müdürlüğünün de doğruladığı söz konusu skandalı size S. adlı öğrencinin anlatımıyla aktarıyorum:

    “Derse başladıktan sonra konu oruçlara geldi. Mübarek aylar ve oruçlardan konu açılmıştı. Ramazan, Şaban, Recep aylarını anlattı öğretmen. ‘Muharrem orucunu da Aleviler tutar’ dedi öğretmen, ‘Ama Alevilerin yaptığı yemek yenmez’ dedi. Bir arkadaşım da kalkıp ‘Hocam neden yenmez?’ diye sordu, öğretmen de ‘Aleviler Peygamber Efendimizi sevmezler, sadece torunları Hasan ile Hüseyin’i severler’ diye cevapladı. Aynı zamanda komşumuz olan ve aşure verdiğimiz bir sınıf arkadaşım öğretmene; ‘Ben Alevilerin yemeklerini yedim ama az yedim, bir şey olur mu?’ diye sorması üzerine öğretmen ‘Az yediysen bir şey olmaz’ dedi!”

    Değerli okurlarım… Sizden bir ricam var. Mümkünse bundan sonra okuyacaklarınızda o adının baş harfi S olan çocuğu Sevilay diye okuyun.

    Çünkü bu Sevilay da ve Sevilay gibi Alevi olan milyonlarca insan maalesef birçok defa bu aşağılık iftiralarla, hakaretlerle karşı karşıya kalmıştır.

    Sadece yemek de değildir bu cahil güruhun hakaret için kullandığı argüman.

    Daha da beterleri vardır.

    Ben ilkokul başta olmak üzere eğitim hayatım boyunca bu abuk, akıllara ziyan iftiralarla çok defa muhatap oldum.

    Allah’tan bizim dönemimizde böyle cahil öğretmenler yoktu.

    Allah rahmet eylesin… Mesela bir Din Bilgisi hocamız vardı. Kadir Hocam. Dört dörtlük bir din adamı ve öğretmeniydi. Konu Alevilik olduğunda evde, mahallede duyduklarını sorgu sual etmeden soran arkadaşları azarlar; “Yok öyle bir şey! Bunlar hep uydurmadır çocuklar! Aleviler ve Sünniler kardeştir. Bu uydurmalar, bu kardeşliğe nifak sokmak için söylenir” şeklinde cevap verirdi Kadir Hoca ve sonra da Alevilikle alakalı çok güzel hikayeler anlatırdı.

    Böyle olunca da tabii ben mutlu oluyordum. Çünkü Kadir Hoca şahane, çok saygı duyulan bir din alimiydi ve Aleviliği arkadaşlarımın ondan öğrenmesi bilhassa beni memnun ediyordu.

    O nedenle çok iyi anlıyorum Arnavutköy’de o ortaokul öğrencisinin duygularını, hissettiklerini…

    Eminim öğretmeninden; “Alevilerin yaptığı yemek yenmez!” laflarını duyduğunda her yanını ateş basmıştır.

    Öfkesi tavana vurmuş ve öğretmene herhangi bir harekette bulunmamak için de bütün dişlerini sıkıp, ellerini sıkı sıkıya yumruk yapmıştır yavrucak.

    Ve bir an evvel zil çalsın da, bitsin o lanet anlar ve evine gitsin diye sabır çekmiştir içinden.

    Nitekim öyle de olmuş.

    Okul biter bitmez eve gelip hıçkırıklarla anlatmış annesine konuyu.

    Neyse ki söz konusu okulun idaresi konuya hemen müdahale etmiş ve sözleşmeli olan öğretmenin görevini derhal sonlandırmış. Ama burada bir şey diyeceğim…

    Peki o sınıfta o Alevi çocuk olmasaydı ne olacaktı?

    Kim, nasıl farkına varacaktı o din dersine giren vatandaşın zır cahil biri olduğuna!

    Elbette ki hiç kimse!

    Ve maalesef o cahil insan kendisine okutulan kitaplardaki Aleviliği değil, anasının, babasının, ebesinin, dedesinin anlattığı hurafe hikayelerden duyduklarıyla Aleviliği öğrencilere anlatmaya devam edecekti.

    Ve ne yazık ki bir nesil daha bu topraklar üzerinde yaşayan milyonlarca Aleviye önyargıyla, nefretle, öfkeyle büyümeye devam edecekti.

    Haksız mıyım?

    ***

    Doktorları kızdırmışım…

    İnsanlar bir garip…

    Koca bir yalan var ortada ve istiyorlar ki siz de ötesini berisini sorgulamadan filan o yalanın peşinden dümdüz gidin!

    Geçen Cuma, Kocaeli’nde intihar eden İsmail Devrim’in hikayesini farklı bir bakış açısıyla ele aldım.

    Devrim’i intihara sürükleyen meselenin oğluna sadece okul pantolonu alamamaktan kaynaklı olduğunu düşünmediğimi yazdım. Ve merhumu hayatına son verdiren o karara eskilerden gelen derin bir psikolojik rahatsızlığının sebep olduğunu söyledim.

    Ve her zamanki gibi iktidara muhalif grupların hışmına uğradım.

    Hakaret edenleri geçiyorum artık, aklı başında saydığım bazı dostlarım, arkadaşlarım bile bu meseleye bakış açımda niyetimin tamamen iktidara güzelleme yapmak olduğunu söylediler.

    Efendim ülkede derin bir ekonomik kriz varmış ve İsmail Devrim’i bu intihara sürükleyen de bu derin ekonomik krizmiş. Ben Devrim’in oğluna pantolon alamadığı için intihar ettiği iddialarına karşı çıkarak bu ekonomik krizi örtbas etmeye çalışıyormuşum.

    Yazımın hiçbir yerinde ülke ekonomisine dair tek bir cümle kurmamışım.

    “Ülkede her şey yolunda, ortam güllük gülistanlık” dememişim.

    Demişim ki; “İsmail Devrim ekonomik bir buhran geçirdiği için değil, bir buçuk yıl önce geçirdiği iş kazası sonrası yaşadığı ‘Ben bittim, tükendim, benden hiçbir şey olmaz’ travmasının tedavi edilmemiş olması nedeniyle intihar etti!”

    Kıyamet koparttılar ama mühim değil. Umurumda da değil. Çünkü ben olayın hala böyle olduğuna inanıyorum ve kim ne derse desin buna da inanmaya devam edeceğim.

    Bu arada farkında olmadan doktorları incitmişim. Yazımın yayınlandığı gün bir arkadaşım Kadıköy’deki Medicana Hastanesi’nde operasyon geçirdi. Refakatçı bendim ve dolayısıyla da iki gün boyunca doktorlarla oturdum, kalktım. Çok sağolsunlar, arkadaşıma çok güzel baktılar ve onunla şahane ilgilendiler ama arada derede; “Aşk olsun Sevilay Hanım. Bu memlekette ne olsa getirip doktorların başına yıkıyorsunuz!” deyip ikide bir laf sokuşturup durdular bendenize.

    Tabii espriyle söylediler diye çok aldırış etmemiştim açıkçası serzenişlerine ama dün bir de Cerrahpaşa Üniversitesi Üroloji Bölüm Başkanı Profesör İsmet Nane tarafından aranıp; “Doktorlar İsmail Devrim’i geçirdiği iş kazası sonrası ruhsal sorun yaşayabileceğini de öngörüp ona göre hareket etmeliydi!” cümlelerim üzerine fırçalanınca olayın bayağı bir ciddiye alındığını anladım.

    Doğruya doğru, o kaza sonrası verilen raporu görmedim. Belki gerçekten de İsmet Hoca’mın dediği gibi İsmail Devrim’in psikolojisi de dikkate alınmıştır ve bu konuda da gereken tedavi önerilmiştir doktorlar tarafından.

    Bu konuda itiraz etmeyeceğim. Zira yazıyı yazmadan önce merhumun eşine ulaşıp sormak istedim konuyu ama ulaşamadım.

    Ancak benim zaten asıl amacım orada doktorları suçlamak değildi. İsmail Devrim’in yaşadığı ruhsal sorunların eskiye dayalı ve köklü olduğuna dikkat çekmekti.

    Hala da aynı noktadayım.

    Söz veriyorum öğreneceğim bir psikiyatrik tedavi görüp görmediğini ama yine söylüyorum.

    O intiharın sebebi pantolon filan değil!

    Mesele bazılarının görmek istememesine rağmen pantolondan çok daha büyük ve derin!

  • Kayıp yıldız, kayan yıldız oluyor

    Bir Suudi klasiğiyle sınır ötesi operasyona uğrayan gazeteci Cemal Kaşıkçı’dan Prens Türki bin Bender, Prens Halid bin Ferhan  ve Prens Suud bin Saif el-Nasr’a kabarık bir kayıp listesi var Riyad’ın. Kaşıkçı’nın öldürüldüğü iddiası malum; Kral Salman’a muhalif üç prensin  ise Avrupa’dan kaçırıldığına dair deliller mevcut, ancak akıbetleri hakkında hiçbir bilgi yok.

    Çin ise illüzyonla adam kaybetmekte daha şeffaf! Önce Interpol şefi Meng Hongwei’nin Çin’de kaybolmasıyla uluslararası bir hayret dalgası yaşandı; ardından Pekin adamın istifa ettiğini bildirdi kısaca. Aynı zamanda Çin Kamu Güvenliği Bakan Yardımcısı olan Meng hakkında, rüşveti de içeren  yolsuzluk soruşturması yürütüldüğü bildirildi.

    Xinhua haber ajansı, Meng’in 2016’da çekilmiş bu fotoğrafını servis etti. 

    Meng Hongwei’in akıbeti çabuk ortaya çıktı, çünkü Pekin’den hiç beklenmedik bir acemilik söz konusuydu. Daha önce kayıp milyarder vakalarında, hedefteki kurbanların eşleri de bir şekilde görünmez kılınırdı. Hongwei’nin karısı Grace ise Interpol’ün merkezi Lyon’daydı, kocasından haber alamadığını Fransız polisine bildirip ailesi için koruma talebine bulunmuş, kocasının Whatsapp’tan gönderdiği bıçak emojisine kadar herşeyi açık etmişti. Yüzünü gizleyerek basın toplantısı bile düzenledi.

    ŞÖHRETLİ TAVUK

    Beyazperdede Çin’in en şöhretli uluslararası yüzü Fan Bingbing’in sır günleri ise daha uzun sürdü. Kendisinden temmuz ayından beri haber alınamayan yıldız geçen 3 Ekim’de ortaya çıktı.

    Fan Bingbing, geçen mayıs ayında Cannes Film Festivali’nde kırmızı halıda.

    Son birkaç yıldır ekonomi yazarlarının analizlerinde sık sık şu Çin deyimine rastlanıyor: “Maymunu korkutmak için tavuğu keseceksin”; yani diğerlerine ibret olsun diye birini cezalandırmak anlamında… İşte Fan Bingbing’in de Pekin’in yeni tavuğu olduğuna dair genel kanı hakim.

    Önceki “tavuklar” Wanda, Anbang, Fosun gibi dev şirketlerin milyarder patronlarıydı. 2013’te Şi Cinping liderliğinde başlayan yolsuzlukla mücadele dalgasının ardından Pekin, parasını dışarıya çıkarmak isteyen yatırımcılara gözdağı vermek için milyarderlerin peşine düştü; çünkü sermaye çıkışı 2 trilyon doları bulmuştu. 2015’te üç şirketin yaptığı işlemlerle ilgili risk soruşturmaları yürütülürken, o yıl tam 5 milyarder ortadan yok oldu. Mesela 7 milyar dolarlık net varlığıyla “Çin’in Warren Buffet’ı” diye anılan, Fosun Grubu’nun başındaki Guo Guangchang; Guotai Yunan Int.’ın CEO’su Yim Fung… Bu kayboluşların çok ağır finansal sonuçları oldu. Hanenergy’nin Başkanı Lei Heijun, kaybolduğu için hissedarlar toplantısına katılamayınca şirket hisseleri yüzde 47 değer kaybetti: 18.6 milyar dolar uçtu gitti. Kayıpların hepsi de bir bir ortaya çıktı, hayat devam etti.

    KAMUOYUNDAN ÖZÜR

    Şimdi Fan Bingbing için de hayat devam ediyor. Ama nasıl? “X-Men: Days of Future Past”taki rolüyle uluslararası şöhrete kavuşan, geçen yıl Cannes Film Festivali’nde jüri üyesi olan 37 yaşındaki Fan, Çin’in erkek egemen eğlence sektöründe ağır fakat emin adımlarla yükselmiş, kendi yapım şirketini kurmuştu. Şirketi, yılda iyi gişe yapan 4-5 film çıkarırken kendisi de oyuncu olarak dünyanın en çok kazanan yıldızları arasında yer alıyor, kırmızı halılarda ünlü imzaların tasarımlarıyla büyük sükse yapıyordu.

    Fan Bingbing, X-Men: Days of Future Past’teki rolüyle uluslararası şöhrete kavuştu.

    Sonra geçen temmuzda ortadan yok oluverdi. Milyonlarca hayranının 3 ay süren kaygı dolu bekleyişinden sonra 3 Ekim günü esrar perdesi aralandı. Fan, Çin’in Twitter’ı Weibo’daki hesabından bir açıklama yaparak kamuoyundan ve  hayranlarından özür diledi.  Yakayı ele verdiği vergi usulsüzlüğü nedeniyle büyük utanç içinde olduğunu, hayatında hiç olmadığı kadar derin acılar çektiğini anlatıyor, şöyle yazıyordu: “Benim için ulusal, sosyal ve bireysel çıkarlar arasında hiçbir ayrım olamaz. Kamunun önündeki bir birey olarak yasalara uymalı, toplumda ve sektörde öncü rol oynamalıydım. Yasaları ihlal ettiğim için tüm kamuoyundan ve vergi yetkililerinden içtenlikle özür dilerim. Bütün mali zorluklara rağmen cezai yükümlülüklerimi sonuna kadar yerine getireceğime söz veririm.”

  • Cemal Kaşıkçı CIA ajanı mı?

    Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolos-luğu’nda sır olan Cemal Kaşıkçı’nın akıbeti kadar kim olduğuyla da ilgili kafalar karışmış durumda. Çünkü 2 Ekim’de konsolosluk binasına girdikten sonra kaybolduğunda Suudi vatandaşı Kaşıkçı’nın Suudi Kralı’na muhalif yazarlığı ön plandaydı. Aradan geçen iki haftada ise buna CIA başta olmak üzere bir çok ülkenin gizli servisleriyle bağlantı, yani  “ajanlık” iddiaları da eklendi. Hatta Kaşıkçı’nın çift taraflı ajan olabileceği dahi konuşuldu, konuşuluyor. Dolayısıyla da öldürülmesi ya da kaçırılmasına neden olan gerekçeler arasında Washington Post’taki rejim muhalifi yazılarının yanı sıra fazlasıyla “casusluk” senaryoları da var. Bunda da Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Gizli Servisi eski başkanının danışmanı ve dünyaca ünlü işadamı  Adnan Kaşıkçı’nın yeğeni olmasının payı büyük. Dahası Suudi yetkililerin muhalif gazeteciyi yakalamak üzere kendi aralarında yaptıkları görüşmelerin Amerikan istihbaratı CIA’nın dinlemesine takılması gibi soru işaretleri söz konusu. Yani CIA bir yerleri(!) dinliyor ve olası gelişmelerden bihaber değil… Dün bu durumu MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür’e sordum. Tabii öncelikle de Cemal Kaşıkçı’nın CIA ajanı olma olasılığını. Yanıtı şuydu:

    Olabilir. Geçmişte Adnan Kaşıkçı için de aynı laflar çıkmıştı. Gerçi Libya’ya falan da silah veriyordu ama bu ABD’liler böyle kendilerine dokunmadığı müddetçe destek veriyorlar, yönlendiriyorlar. Biz de DHKPC’lilerle ilgili CIA’ya o kadar çok yer gösterdik, bilgi verdik ama bir şey yapmadılar. Onun için Cemal de olabilir, niye olmasın.

    CIA kendi adamını riske atar mı?

    Bakalım ne yapacak? Kaçırılmak istendiğine dair veri var dediler, bakalım ne çıkacak arkasından? Demek ki birilerini dinliyorlar. Belki adamın üzerinde de dinleme vardı. Olamaz mı? Eğer bu adamı bir şekilde bayılttılarsa ya da öldürdülerse diyelim üzerinde de mikrofon falan varsa vericiden almışlardır.

    Deri altına yerleştirme falan mı?

    Bir yere gizlemişlerdir, kişinin dişine bile yerleştiriliyor. Girerken adamı soyup vücudunu aramıyorlar ki, öten bir şey değilse, görünen bir yerinde değilse dinlemek kolay. Önemli olan pilin ömrü, yani kısa süreler için her zaman müsait. Uydu üzerinden her şey kolay.

    Ne çıkar bu olayın sonunda?

    Sessiz sedasız alıp götürmek varken konsoloslukta adam kesme falan olduğunu kesinlikle zannetmiyorum. Ama ortalık bu kadar karıştığı için bu adamı aldık biz yargıladık öldürdük ya da hapishanede duruyor falan diyemezler. Çünkü girdi, gitti dediler, geri dönüş yapmaları çok zor. Bunu ilk başta yapsalardı kendisiyle ilgili şüphelerimiz vardı aldık götürdük, hatta konuştuk kendi isteğiyle geldi bile diyebilirlerdi. Kim yalanlayacak… Kimse de bir şey diyemezdi… Onun için sesiz kalacaklar diye düşünüyorum. Ama başka kanallardan neyin ne olduğu ortaya çıkarsa ki muhakkak bunların da içinde ABD’ye hizmet edenler vardır. Bir yerden bir şeyler gelir.

    Nasıl?

    CIA zaten dinlemiş. Neredeki dinleme acaba? Türkiye’deki konsolosluktaki mi yoksa Prens Selman’ın odasındaki, makamındaki mi? Orada da mikrofonları yerleştiren bir yaver olabilir? Dinleme nereden çarptı orası önemli…

    CIA hesabını sorar yani?

    Sorar. Zaten hem Trump’ta hem de Suudi Arabistan’da Prens Selman’a karşı muhalifler arasında kıpırdanma var. Belki sesleri tam çıkmıyor ama perde arkasında bir şeyler yapıyorlardır mutlaka. CIA da onları biliyordur, desteği verdi mi Selman gider… Kim bilir bu arada Selman ABD’ye ne sözler verdi…

  • Hak, hukuk, adalet ve Allah korkusu

    Bazen söz bitiyor. Bir olay olduğunda, bir haksızlığa şahit olduğumuzda ne yapacağımızı, ne söyleyeceğimizi bilmez hale geliyoruz.

    Medeni ülkelerde böyle durumlarda konu yargıya havale edilir.

    Yargı hem suç işleyenin cezasını verir hem de mağduriyeti ortadan kaldırır.

    Eğer bir adalet mekanizması yoksa, hukuk güçlüye söz geçiremiyorsa, mağduriyeti gideremiyorsa bütün çaresizliğimizle ve son bir umutla “Sen Allah’tan korkmuyor musun?” diyerek son ve yüce makam gördüğümüz Allah’a havale eder o insanın vicdanını harekete geçirmeye çalışırız.

    İktidarın yaptığı yanlışların hesabını soracak, mağduriyetleri giderecek bir yargı olmadığı için Allah korkusunu hatırlatan, yaptıklarının sadece adalete değil İslam’a, Müslümanlığa, insanlığa, vicdana da sığmadığına vurgu yapan bir yazı yazmayı düşündüm.

    Mesela şöyle demeyi düşünüyordum: Hz Ömer’in devlet işini yaparken devletin mumunu, özel işini yaparken kendi mumunu kullandığını vaaz edip durdunuz.

    Fakat şimdi devlet kasası ile sizin kasanız birleşti.

    Mitingler, seçim kampanyaları, iktidarınızı korumak için yaptığınız tüm faaliyetler…

    Hepsi devletin parası ile yapılıyor. Hani nerede Müslümanlık? Hani nerede o Allah korkusu?

    Fakat diyemedim.

    Veyahut Başbakan Binali Yıldırım geçtiğimiz ay bir askerî birliği ziyaret etmiş. Yemek yerken yanına aldığı iki askerle fotoğrafları var.

    Üstelik yemekteyken o askerlerin ailelerini arayıp “Evlatlarınız bize emanet müsterih olun” demiş.

    Fakat geçtiğimiz günlerde o iki asker Suriye’de şehit oldu.

    Ama başbakan her ortamda fıkra anlatmaktan, espri yapmaktan geri durmuyor.

    Şöyle demeyi düşündüm: Emanete ihanet etmek, o çocuklara sahip çıkmamak üstelik bu durumdayken gülmek, fıkra anlatmak en küçük bir mahcubiyet belirtisi göstermemek Müslümanlığa, İslam’a, insanlığa, vicdana sığar mı?

    Allah’tan korkmuyor musunuz da kendi çocuklarınız lüks, şatafat içinde yüzerken fakir fukaranın, kimsesizlerin çocuklarını birer birer ölüme gönderiyorsunuz?

    Ama söyleyemedim.

    Ya da KHK ile yüz binlerce insan işinden oldu.

    Öyle acı hikayeler var ki okudukça insanlığımızdan utanıyoruz. İnsanlar aç, işsiz, perişan. Anneleri, babaları tutuklandığı için 3-5 aylık çocuklar ortalıkta kalmış.

    On binlerce mağdur var ve kimseye sesini duyuramıyor.

    Bunu hatırlatıp iktidar mensuplarına şöyle demeyi düşünüyordum:

    “Dicle kenarında Kurt kapsa koyunu / İlahi adalet sorar Ömer’den onu” yaklaşımını benimsediğinizi söyleyerek insanlardan oy aldınız.

    Şimdi sırf iktidarınızı korumak için yüzbinlerce insanın hayatını cehenneme çevirdiniz.

    Hani ne oldu o ilahi adalete? Hani ne oldu sizin o ilahi adalet korkunuza?

    Fakat soramadım.

    Mesela üniversitelerden binlerce akademisyen ihraç ediliyor.

    Aralarında iktidar mensuplarının tanıdığı kimi hocalar da var.

    Bundan dolayı kimi iktidar mensupları son ihraçlara şüpheyle yaklaşıyorlar.

    Kendi tanıdıkları isimler olmasa bu kıyıma, bir ülkeyi cehalete sürükleyen bu akıl almaz işlere ses çıkarmayacaklar.

    Bunu hatırlatıp şöyle diyecektim: Bu suskunluğunuz, bu teslimiyetiniz bu ‘bizden değilse canı cehenneme’yaklaşımınızın neresi İslam’a, Müslümanlığa sığıyor?

    Allah’tan hiç mi korkmuyorsunuz da bu ülkeye bu kadar kötülük yapıyorsunuz?

    Ama soramadım.

    En önemlisi de, iktidar kamuya personel alırken mülakat sistemi getirdi.

    Üniversiteyi birincilikle bitirmiş, KPSS’de yüksek puan almış fakat kendinden görmediği bu ülke evlatlarını mülakatlarda eliyorlar.

    Kendinden olmayana hayat hakkı tanımıyorlar.

    Eğer kul hakkı denen bir şey varsa, tam da bu.

    Bunu hatırlatıp “Siz Allah’tan korkmuyor musunuz? Siz kul hakkı yemekten, bu yükle ölmekten hiç mi korkmuyorsunuz?” diye soracaktım.

    Bunu da soramadım.

    Bütün bunları soramadım çünkü bir şey fark ettim: İktidar mensuplarına Allah korkusunu hatırlatmanın bile artık bir işe yaramayacağı duygusu hakim bende.

    En zalime bile son bir umutla hatırlattığımız Allah korkusunun da artık işe yaramayacağını düşünür duruma gelmek…

    Hakikaten asıl vahim olan bu.

    Bunun iki yönü var. Birincisi iktidar mensuplarına Allah korkusunu hatırlatmanın, kul hakkı, inanç terbiyesi, Müslümanlık gibi değerlerin bile etki etmeyeceğini düşünmek onlar açısından korkunç bir durum.

    Çünkü insanlığından, vicdanında, inancından bütünüyle umudumuzu kestiğimiz insanlara karşı böyle bir hisse kapılırız.

    İkinci yönü de şu: Dini, dindarlığı siyasetin malzemesi yapan İslamcılar, kendilerini dindar olarak tanımlayanlar inancımızın içini boşalttılar.

    Temiz bir duyguyla sığındığımız en kıymetli değerlerimizi kirlettiler, işe yaramaz hale getirdiler.

    O inancın verdiği terbiyeye olan güvenimize ağır bir darbe vurdular.

    Esasında bu durum bize bir şey daha gösterdi: İnsan olmadan Müslüman olunmuyor. İnsan olmadan bir dine, bir inanca sahip olunduğunda tam tersine daha büyük sorunlara kapı aralıyor.

    Yani vicdanı olmayan, hak, hukuk, adalet duygusu gelişmemiş insanların inancı da sahicilikten uzak oluyor. İnanç o kimseye bir değer katmıyor.

    Diyeceğim o ki “Sen Allah’tan korkuyor musun, bunca haksızlığı yapıyorsun, kul hakkı alıyorsun?” demenin bile işe yaramadığını düşündüğümüz, hatta gördüğümüz insanlara referandumla bütün yetkiyi vermek…

    Bir ülke için, o ülkede yaşayan insanlar için bundan daha büyük bir felaket ne olabilir ki?

  • Kilo kontrolü için 5 mühim tavsiye

    Kilo vermek bir hayli güç ve zahmetli bir iş. Verilen kiloları geri almak ise çok kolay. Bu bilgiyi istatistiksel veriler de doğruluyor, kilo verenlerin yüzde 70’inden fazlası 1 yıl geçmeden yüzde 90’ı da en çok 5 yıl içinde eski kilolarına geri dönüyor. Peki bu işin kalıcı olması gayretlerin başa çıkmaması için ne yapmalı? İlk tavsiyem şunlar: Kilo verdikten sonra da doğru beslenme alışkanlıklarınızı ısrarla sürdürün ve her gün bıkıp usanmadan egzersiz yapın. Beslenmenizi ciddiye alın ve her gün en az 5000, mümkünse 7500 adım atma görevinizi yerine getirin. Peki ya diğerleri? Hazırsanız, buyurun…

    Protein tüketiminizi artırın

    Eğer kilo probleminiz varsa, hele hele insülin fazlalığı ya da insülin direnci gibi bir sorun da söz konusuysa proteinden zengin, karbonhidratı sınırlı bir beslenme planını ısrarla uygulamak akılcı bir yaklaşım gibi görünüyor. 
    Burada dikkat edilmesi gereken ayrıntılar ise şunlar: Sadece hayvansal proteinler değil, bitkisel proteinleri de sürece dâhil etmek lazım. Daha hızlı kilo kaybı yapar düşüncesiyle proteinlere aşırı yüklenmemek de önemli bir nokta. Protein seçimlerini yaparken biyolojik değeri yüksek proteinleri seçmekse son derece akılcı bir yaklaşım.

    Probiyotik gücünüzü çoğaltın

    Kilo dengesini korumada ve besinleri sağlıklı, doğru ve hakkıyla hazmetmede bağırsaklardaki probiyotik güç son derce etkili.
    Probiyotik bakterilerin yalnızca hazmı kolaylaştırmadıkları, aynı zamanda gıdalardan kazanılan enerji/kalori değerini de belirledikleri anlaşılıyor ki bu son derece mühim bir gelişme. Yakın zamanda yapılan pek çok araştırma aynı miktar ve yapıda besin alınmasına rağmen farklı probiyotik güce sahip bağırsaklar o besinlerden farklı miktarlarda enerji kazanımına yol açabiliyor. 
    Bu bilginin anlamı şu: Diyelim ki bir tabak pirinç pilavı tükettiniz. Eğer bağırsağınızdaki bakteri yükü problemli ve yetersiz ise bir başka deyişle biyolojik denge bozulmuşsa o pilavdan ürettiğiniz yani kazandığınız kalori miktarı daha fazla olabiliyor. 
    İşte bu nedenle kilo sorunu olanların probiyotik sorunlarının olup olmadığını da öğrenmeleri, en azından probiyotik desteklerinden faydalanmanın bir yolunu bulmaları gerekiyor. 
    Küçük bir ayrıntı daha: Kilo kazanımını önleyen probiyotikler de araştırılıyor ve yakında hizmetinize sunulacak gibi görünüyor.

    Glisemik yükü düşürün

    Besinlerinizdeki glisemik yük çoğaldıkça, yani glisemik indeksi yüksek besinlerin miktarı arttıkça kan şekerinizin yükselme hızı da, seviyesi de fazlalaşacaktır. 
    Bunun diğer anlamı ise insülin patlamaları, hiperinsülinemi gelişimi, neticede de insülin direncine bağlı kilo kazanımıdır. 
    Hangi besini seçerseniz seçin içinde karbonhidrat varsa o besinin glisemik yükünü sorgulamadan ağzınıza bile sürmeyin. Meyve mi yiyeceksiniz, inciri değil elmayı tercih edin. 
    Çünkü glisemik yükü daha azdır. Elma mı yiyeceksiniz, suyunu, püresini değil, kabuğuyla birlikte kendisini yiyin, çünkü glisemik indeksi daha düşüktür.
    Canınız pilav mı çekti? Pirinç değil kepekli bulgur pilavını tercih edin, glisemik yükü daha azdır. 
    Özeti şu: Kilo sorunu olan herkesin ama herkesin özellikle de insülin direnci olanların glisemik yük konusunu öğrenmeleri şart!

    Posaya ağırlık verin

    Daha çok posa, daha az şeker kazanımı, dolayısıyla daha az insülin patlaması ve daha az yağ üretimi anlamına gelebilir. İşte bu nedenle kilo sorununu çözmek isteyenlerin de, kolesterol, damar sertliği problemine çare arayanların da, tansiyon derdine yardımcı olmak isteyenlerin de posa tüketimlerini artırmaları lazım. 
    Bu da daha bol ve sık sebze tüketmek ve bakliyatları ihmal etmemek anlamına geliyor.

    Gluteni sınırlayın

    Gluten tahıllarda bulunan bir protein. Bazı kişilerde intoleransa, bazılarında da alerjiye yol açıyor. Gluten intoleransı ile kilo sorunu arasında da bir bağlantı olabileceğini gösteren bulgular var. 
    Yani bazıları için gluten obezitesi gibi bir durum söz konusu olabilir. İşte bu nedenle beslenme modelinizdeki gluten oranını minimize etmeye çalışın. 
    Gluten miktarı yüksek besinlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşın. Bu da basitçe un ve nişasta içeren gıdalardan, yani ekmekten, makarnadan ve tahıl ürünlerinden uzak durmak anlamına geliyor.